Şöyle bir sahne hayal edelim: İstanbul’da yaşayan Alevi
toplumunun temsilcileri Beyoğlu Belediye Başkanı’nı ziyaret eder ve
İstanbul’daki Alevilerin çok dağınık olduklarını, onları bir çatı altında
toplayacak bir ibadethaneye ihtiyaç duyduklarını belirtirler. Bu amaçla
Taksim’de finansal altyapısını büyük oranda kendilerinin karşılayacağı büyük
bir cem evi binası inşa etmek için belediyeden izin ister ve kendilerine yer
göstermesini talep ederler. Tabanı Sünni muhafazakar bir kitleye dayanan bir
partinin üyesi olarak belediye başkanı kendi tabanında oluşacak tepkiye rağmen
bu talebi olumlu karşılar. Belediye meclisinde Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve
Eşcinseller tasarıya olumlu oy verir ve Taksim Meydanı’na büyük ve modern bir
cem evi inşaatı başlar. Bir grup köktenci muhafazakar durumu protesto etmek ve
inşaatı engellemek için toplandığında güvenlik güçleri inşaat alanını koruma
altına alarak faaliyetin sürekliliğini sağlar.
Medeniyet dediğimiz şey bu olsa gerek. Birkaç yıl önce
Köln’de büyük tartışmalara yol açan camii inşaatında aşağı yukarı bu türden bir
durum yaşanmıştı. Şu aralar bildiğim kadarıyla o camii inşaatı Neo-nazilerin
protestolarından hiç etkilenmeden devam etmekte ve yakında tamamlanacak. Her
aşaması olabildiğince şeffaf biçimde, kamuoyunda tartışılarak ve temel insan
hakları kriterleri dikkate alınarak yürütülen bu süreç Türkiye’de büyük bir
dikkatle izlenmişti. Bizim açımızdan örnek teşkil etmesi söz konusu oldu mu? Yukarıda
hayal ettiğimiz sahnenin gerçekleşme ihtimali ne denli zayıf olduğu düşünülürse
bunu iddia etmenin olanaksızlığı da ortaya çıkar. Bizim geleneklerimiz biraz
farklıdır. Bizim geleneklerimizde ibadethaneleri padişahlar ya da devletlüler
inşa ettirir ve en görkemlileri her zaman Sünni camileri olmuştur.
Başbakanımız modern çağlarda bu geleneği sürdürme eğiliminde
olduğunu, “ustalık çağı” olarak adlandırdığı son döneme girerken İstanbul’un
çehresini değiştirecek projelerini ortaya koyarken açıkça ortaya koymuştu. Kendisinin
İstanbul’a dair bir ütopyası var: “Modern” kulelerle, yapay havuzlarla ve doğallıktan
uzak peyzaj düzenlemeleriyle donatılmış, 20 milyonluk bir “Müslüman şehrine”
yakışacak gökdelen camilere ev sahipliği yapan, Tanrının değil insanın
yarattığı bir İstanbul Kanalı’yla taçlandırılmış, Üçüncü Köprü ve yeni havaalanıyla
iyice Karadeniz kıyısına taşınmış bir 21. yüzyıl kenti. Ancak İstanbul’un özel bir noktasının bu
ütopyada önemli bir yeri vardı: Yayalaştırma adı altında tarihsizleştirme ve
kimliksizleştirme müdahalesine maruz kalan; Osmanlı döneminde “gavur mahallesi”
olduğu için fazla karışılmayan ama Cumhuriyet döneminde “laik elitizm”
simgeleriyle donatılmış olduğu için hükümetin “ustalık döneminin” hedefi haline
gelen; diğer yandan halkın ve emekçilerin tüm bu yukarıdan dayatılan toplum/mekan
mühendisliği projelerinin çok ötesinde kendi mücadelesiyle, dişiyle tırnağıyla alternatif
bir tarihini yazdığı Taksim Meydanı.
Başbakanın kişiliğinde somut bir temsiliyetini bulan muhafazakar
tahribatçılığın Taksim projesi özelinde ortaya koyduğu tüm bu projeler nasıl
anlamlandırılabilir? Her şeyin ötesinde şehir planlamacılığında çok sık
örneğine rastlamadığımız bir anlayışın, bir tür “rövanş estetiği”nin
belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Taksim’de yapılması
planlanan inşaat, çevre düzenlemesi ve peyzaj çalışmalarının tümünün “estetik”
değerlerden çok Cumhuriyet elitinden ve onların İstanbul’undan alınacak bir
rövanş duygusu tarafından belirlendiği bir durumla karşı karşıyayız. Yani
şehrin son bir yüzyıldır geçirdiği evrim, değişen ihtiyaçları, artan nüfusu
falan hiç önemli değil. Başbakan ve onun zihniyetinde somutlaşan şehir
planlamacılığı anlayışı, Taksim söz konusu olunca tümüyle Cumhuriyet’ten “estetik
bir rövanş” almaya güdülenmiş durumda: Zaten terk edilmiş bir harabe görünümü
almaya başlamış AKM yıkılacak yerine bir kültür merkezi inşa edilecek –elbette bu
yeni merkezde, bizzat içerisinde yer alan sanatçılar tarafından uçurumdan aşağı
yollanmış opera ve bale türü gösterilerin hangi ağırlıkta yer alacağı ciddi bir
başka tartışma konusu olacak; Taksim’in çeşitli mahallelerine serpiştirilmiş
küçük ve güzel camilerle yetinilmeyecek ve Ataşehir’dekine benzer ve muhtemelen
Osmanlı adetlerine uygun biçimde en yakın kiliseden çok daha yüksek –büyük
ihtimalle özel günler dışında sürekli küçük bir cemaate sahip olacak-çirkin bir
modern cami dikilecek, böylece “gavur Taksim” İslamlaşacak, Bizans yeniden fethedilecek;
31 Mart ayaklanmasının karargahı olarak kullanıldığı gerekçesiyle Cumhuriyet
döneminde yıkılan ve belleklerimizden silinen şu ünlü topçu kışlasının bir
replikası inşa edilecek, bu amaçla Taksim’in yegane doğal ve para ödenmeden
oturulabilecek mekanı yok edilecek, “rövanş” almak dışında hiçbir amacı olmayan
bu inşaatı anlamlandırmak amacıyla altına bir AVM yapılacak. Kısacası şehircilik
mantığıyla alakası olmayan bir “ucube” yaratılacak. Kimseye sorulmayacak.
Tartışılmayacak. Her şey kapalı kapılar arkasında karşılaştırılacak ve gerekirse
güç kullanılarak kabul ettirilecek.
İşte son halk kalkışmasında batağa saplanan bu hastalıklı
ruh halidir, bu iktidar kibridir, bu narsistik kabadayı zihniyetidir. Geçmişte devlet
elitinin yapay sembollerini aşarak Taksim Meydanı’na ruhunu kazandıran ve onun alternatif
bir tarihini yazan halk ve emekçiler olmuştu. Şimdi kendisini yeni sistemin
egemeni olarak gören ve eski egemenlerle rövanş mücadelesine girenlerin
çabalarına meydan okuyanlar yine geniş halk yığınları olmakta. Son dönemde
inşaat faaliyetleri nedeniyle ciddi biçimde kan kaybeden Taksim’e yeniden ruh
kazandıranlar da onlar olacak.
Bir grup lise öğrencisinin kendi inisiyatifleriyle sınıflarına astıkları afiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder