7 Nisan 2013 Pazar

Modern Türkçe Tiyatro Neden Okullarda Doğdu?


Bu yılki İstanbul Amatör Tiyatro Günleri, “Türkiye Tiyatrosunun Öncüleri” başlıklı bir etkinlikle açıldı. Etkinliğin merkezinde BGST Yayınları tarafından yayınlanan yeni bir kitap vardı: Boğos Levon Zekiyan’ın  “Venedik’ten İstanbul’a Modern Ermeni Tiyatrosunun İlk Adımları” adlı çalışması. Bir süredir BGST içerisinde, farklı çevrelerden çeşitli dostlarımızın da katılımıyla tiyatro tarihimize kültürel çoğulcu bir bakış yöneltmek için uğraşlar vermekteyiz. Bu kitap bu çabanın son ürünü oldu. Aslına bakılırsa kitabın Türkçeye çevrilmesinin oldukça gecikmiş olduğunu söylemek mümkün. Yazarın 1973 yılında İstanbul’da Getronagan Lisesi Mezunları Derneği’nde verdiği bir seminerin notlarından yararlanarak hazırladığı bu hacimsel olarak küçük gibi görünen ama oldukça yoğun bir içeriğe sahip kitabı, modern Ermeni tiyatrosunun ve dolayısıyla modern Osmanlı tiyatrosunun doğuşunda Venedik San Lazzaro Mıkhitarist Manastırı rahipleri ve ruhban okulu öğrencilerinin oynadıkları öncü rolü açığa çıkarmayı hedefliyor. Hatırlanacağı gibi Ocak ayında söz konusu manastırda yazılan ilk Türkçe oyunlarla ilgili Yervant Baret Manok imzalı bir başka kitap daha yayınlamış ve “Doğu ile Batı Arasında San Lazzaro Sahnesi”  adlı bu kitapta bazı oyun metinlerini okuyucularla paylaşma şansını elde etmiştik. Bu iki kitap yan yana düşünüldüğünde Osmanlı tiyatrosunun modernleşmesinde neden Ermenilerin öncü olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır.

Armenologlar 18. yüzyılda Ermeni kültüründe yaşanan büyük değişim hareketini isimlendirmek için iki kavram kullanırlar: Veradzınut (yeniden doğuş ya da Rönesans)ve Zartonk (uyanış). Her ikisi de Ermenilerin kendi kültürlerini Batı’ya yakınlaştırma ve modernleştirme çabalarına işaret eder. Modern tiyatronun doğuşu da doğrudan bu çabalarla ilişkilendirilebilecek bir girişimdir. Yine araştırmacılar diğer Osmanlı halkları düşünüldüğünde, oldukça erken gerçekleştirilen bu büyük dönüşüm hamlesinin yaratılmasında Mıkhitaristlerin rolünü oldukça önemserler. 18. yüzyılın başında bir grup Osmanlı Ermenisi’nin Mıkhitar’ın ruhani liderliğinde Venedik’te başlattığı bu aydınlanma hamlesi, dil ve kültür çalışmaları, geniş bir ağ içerisinde örgütlenmiş bir eğitim atağı, matbaacılık ve yayıncılık faaliyetleri gibi temeller üzerinde yükseltilmiştir. Modern Ermenice tiyatro faaliyetleri de bu temellere bağlı olarak yaratılır, Mıkhitaristlere bağlı okullar üzerinden çok geniş bir coğrafyaya yayılır ve bir yenilik olarak ulaştığı bölgenin kültürel yaşamına dahil olur. Örneğin İstanbul’da 1810 yılında sergilenen ilk modern Ermenice tiyatro eseri kabul edilen “Ardaşes’in Hayatı” adlı oyun sonrasında bir tanık, şu türden değerlendirmelerde bulunacaktır: “Karnaval yortusunda Peder Minas Pıjişgyan, okulunda ‘Ardaşes’in Hayatı’nı sahneleyip çocuklara oynattı. Gelen bütün insanlar  ‘Ermeniler içerisinde böyle şeyler olur mu’ diye hayrete düştüler ve gerçekten yeni bir şey gördüler.”

Tüm bu tartışmalar içerisinde gerçekten ilginç olan bizim “laik” zihniyetimizin anlamakta zorlanacağı biçimde, asıl olarak dine hizmet etmek için kurulmuş bir organizasyonun büyük dünyevi başarılara öncülük etmesidir. Birkaç yıl önce tanıdığım bir subay, yaşlı bir Fransız bir hanımla yaptığımız bir sohbet sırasında aşağı yukarı şunları söylemişti: “Siz Fransızların eğitiminde rahiplerin önemli bir rolü olduğu söyleniyor. Hatta geçenlerde tartıştığım İmam Hatip mezunu bir genç bana sizin rahiplerinizi örnek vererek fen bilimlerinde ya da matematikte uzmanlaşmış din adamlarına sahip olduğunuzu, Türkiye’de ise İmam Hatip öğrencilerinin dini eğitim dışında üniversite eğitimi almasının yasaklandığını söyledi.” Uzun yıllardır Türkiye’de yaşamasına rağmen bizimkine örnek olduğu söylenen Fransız laiklik anlayışını Türk tipi laiklik anlayışıyla karşılaştırma şansı olmamış olan Fransız hanım durumu açıklamakta zorlanmıştı. Benzer şekilde bizim çarpık laiklik anlayışımızı benimsemiş birisinin bir zamanlar Ermeni rahiplerin gerçekleştirdiği aydınlanma hareketlerini açıklamakta zorlanması da anlaşılabilir bir durumdur. Aslına bakılırsa durum Ermeni cemaati için bile aşağı yukarı böyledir. Boğos Levon Zekiyan, kitabında konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapar: “Bazıları Mıkhitar ve onun takipçilerini Ermeni Rönesansı’nın baş aktörleri olarak gördükleri halde, diğerleri önemli sonuçlar vermesine rağmen gerçek bir Rönesans olmadığını ama daima verimli sonuçlar veren bir yan çalışma olarak kültür tarihimizde yer aldığını kabul ederler. Diğer bir kısım da Ermeni edebiyatının çeşitli dallarında 300 yıllık süre içerisinde başka bir oluşumun edebi ve eğitsel etkinlikler alanında Mıkhitarist yapılanma kadar dikkate değer ve güçlü olmadığını kabul etseler de Mıkhitarist etkinliklerinin “toparlayıcı ve yapısal açıdan yenileyici” bütünsel bir çalışma olmaktan çok yalnızca “eleştirel küçük ayrıntıları bir araya getiren fragmenter” bir çaba olduğunda ve de Mıkhitaristlerin hep Ermeni toplum yaşamının kenarında kaldığında ısrar ederler.”

Çetin Sarıkartal’ın söz konusu etkinlik kapsamında yaptığı ve “Avrupalılar Tarafından Viyana’daki Doğu Dilleri Akademisi’nde Osmanlıca Yazılmış İki Erken Dönem Tiyatro Oyunu” başlıklı bir çalışmasından yola çıkarak Mıkhitarist oyun yazımı etkinliklerini aynı dönemde Viyana’da yazılan oyunlarla karşılaştırmalı olarak ele alan konuşma bu konuya daha net bir açıklama getirmiş oldu. Sarıkartal’ın konuşmasında ortaya koyduğu gibi 18. yüzyıl, tüm Ortaçağ boyunca eğitim faaliyetlerine egemen olmuş Katolik kilisesi ile güçlü monarkların himayesinde hayata geçirilmeye başlanan laik eğitim kurumlarının mücadelesine tanık olmuştur. Çetin Sarıkartal’ın ilgilendiği dönemin Avusturya İmparatorluğu’nda eğitim alanını Katolik Cizvit rahipleri ellerinde tutmaktaydılar. Sarıkartal’ın mercek altına aldığı 1760 tarihli çift-dilli (Fransızca-Osmanlıca) bir oyun metni olan “Godfroi de Bouillon” da büyük ihtimalle imparatorluk eğitim kurumlarından birisi olan Doğu Dilleri Akademisi’nin o dönemdeki Cizvit müdürü Joseph Franz tarafından kaleme alınmıştı. Esasen diplomatik tercüman yetiştirmek amacıyla açılmış olan bu akademide Türkçe’nin de ağırlıklı biçimde kullanıldığı bir tiyatro oyunu yazılmasının nedeni yazarı tarafından önsözde şu şekilde açıklanmıştır: “Zihinleri sahne düzeninin güzelliğiyle şaşırtmak ya da Fransız dilinin zarafet ve saflığıyla büyülemekten ziyade Alman oyuncular için ilk kez Türkçe konuşma fırsatı yaratmak.” Kısacası burası bir eğitim kurumudur ve bu ilk modern Türkçe tiyatro eserleri eğitim amaçlı olarak kaleme alınmıştır. Tıpkı San Lazzaro’daki Mıkhitarist manastır okulunda yazılan metinler gibi.

Boğos Levon Zekiyan ve Çetin Sarıkartal’ın ilk modern Türkçe oyunların üretildiği ve Katolik kilisesine bağlı din adamlarınca yönetilen bu farklı eğitim kurumlarını ortak idealler etrafında birleştirmeleri de etkinlik kapsamında yapılan konuşmanın en ilginç yanlarından birisiydi: Hristiyanlığa has bir hümanizm anlayışı ve bununla bağlantılı bir aydınlanma faaliyeti. Aslına bakılırsa bunlar çok daha erken dönemlerde başlayan Katolik reformasyonunun idealleridir. Katolik kilisesi Protestanlığın ideolojik saldırısını bertaraf etmek için eğitim sisteminde radikal bir değişikliğe gitmiş ve özellikle Cizvit tarikatının faaliyetlerinde yoğunlaşan bir okullaşma atağına girişmişti. Skolastik ideallerden tümüyle vaz geçmemekle beraber çağın ruhuna uygun bir karakter taşıyan bu yeni eğitim anlayışı Katoliklerin zayıflayan itibarını yeniden arttırmak için kullanılmaktaydı. Geleneksel Ermeni din kurumları içerisinde aradığını bulamayan Mıkhitar’ın da bu yeni vizyonun etkisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Yaşadığı ülkeyi terk etme pahasına kendi mezhebini terk etmiş ve Katolik kilisesinin koruyuculuğu altında daha rahat çalışacağı Venedik’e gitmişti. Böyle bakıldığında Osmanlı ülkesi ve civarında ilk modern tiyatro oyunu örneklerinin neden okullarda, üstelik de Katolik din adamları tarafından kurulan ve yönetilen okullarda başladığı biraz daha anlaşılır hale gelir. Ama tartışmayı bu noktada bırakmamalı ve dönemden elimizde kalan malzeme eşliğinde biraz daha derinleştirmeliyiz.

NOT: Söz konusu etkinlikle ilgili daha geniş bir değerlendirme için Başak Ergil tarafından kaleme alınan “Muhsin, Vahram ve Kozmopolit Hayaletler” başlıklı bir yazıya bakılabilir. Ayrıca söz konusu etkinlikte Tiyatro Boğaziçi ve Berberyan Kumpanyası tarafından sergilenen kısa bir oyunun metnine şu linkten ulaşılabilir: Muhsin ve Vahram.

3 Nisan 2013 Çarşamba

OYUN: MUHSİN VE VAHRAM

Bu oyun, Boğos Levon Zekiyan'ın BGST Yayınları'nca yayınlanan "Venedik'ten İstanbul'a Modern Ermeni Tiyatrosunun İlk Adımları" adlı kitabının tanıtım etkinlikleri kapsamında 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü'nde Maya Sahnesi'nde ve 5 Nisan'da Feriköy Ermeni Okulu'ndan Yetişenler Derneği'nde sahnelenmiştir. Feriköy Derneği'nde düzenlenen etkinliğin görüntülerine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. 
http://heradesil.com/arsiv/tiyatromuzun-onculeri/

Oyunun bir yıl sonra İstanbul Tiyatro Festivali'nde sergilenen ikinci versiyonuna ulaşmak için tıklayınız.


Program Dergisinden
İstanbul’da tarihi bir bina yıkılır ve yerine bir AVM inşa edilir. Ermenistan’da önemli bir Shakespeare oyuncusu ölür. İstanbul’da bir gece Salacak’ta bir evin telefonu uzun uzun çalar. Beyoğlu’nda bir sahnede iki oyuncu Hamlet adlı oyunu sahnelerken bir kaza olur. Yaşlı bir adam 60 yıllık bir arkadaşının hayaletiyle karşılaşır. Mısır’da sürgünde yaşayan bir doktor, politik amaçlarla bir tiyatro oyununu Türkçeye çevirir. İtalya’ya dini eğitim almaya gönderilen bir genç tiyatrocu olmaya karar verir ve evden kovulur. İstanbul’da gizlice oyunculuk yapmakta olan bir genç durum anlaşılınca evden kovulur.
Bütün bunların birbiriyle bir bağlantısı olabilir mi? Belki de hayat sandığımızdan daha karmaşık bir bağlantılar ağıdır. “Muhsin ve Vahram”da bugün ve geçmiş arasındaki dolambaçlı yollarda yürürken gelecekte kaybolmamayı amaçlıyoruz.

BGST Tiyatro Boğaziçi / Berberyan Kumpanyası

Yazan: Fırat Güllü
Reji: Kolektif
Görüntü: Sevan Ataoğlu, Gürkan Çakar
Ses Kayıt: Ferhat Güneş
Işık: Volkan Mantu
Efekt: Yervant Boyacıyan
Müzik: Anurçner/ Anahit Valesian
Kostüm: Aysan Sönmez, Serda Aslan
Oyuncular:
Anlatıcı: Aysel Yıldırım
Hamlet’in Sesi: İlker Yasin Keskin
Leart’ın Sesi: Özgür Eren
Muhsin: Fırat Güllü
Vahram: BoğosÇalgıcıoğlu
Handan: Ayşan Sönmez

Açılış
(Görüntü eşliğinde okunur)
Şu anda Beyoğlu'ndaki tarihi bir mabedin, Ağa Camii'nin önündeyiz. Camii'nin tam karşısında ise modern bir mabed yükseliyor: bir tüketim mabedi, bir AVM. Bundan yaklaşık 100 yıl önce ise burada bir tiyatro salonu bulunmaktaydı: Odeon Tiyatrosu. 1911 yılında bu tarihi salonda sıra dışı bir tiyatro gösterisi sergilenmişti. Oyunun adı Hamlet’ti ve müellifi Shakespeare namlı bir İngiliz’di. Shakespeare bu eseri yüzlerce yıl önce kaleme almıştı. Oysa İstanbullu seyirciler onun dizelerini sahne üzerinde Türkçe olarak ilk kez dinlemekteydiler.



Bu gösterinin mimarlarından ilki Abdullah Cevdet adında bir doktordu. Abdülhamit karşıtı olduğu için Hamlet adlı bu oyunu sürgün günlerinde Mısır’da çevirmiş ve 1908 yılında orada yayınlamıştı. Odeon’da sergilenmekte olan gösteride onun çevirisi kullanılmaktaydı. Seyirciler arasında eseri Türkçeleştiren ilk mütercim unvanıyla oturmaktaydı.


Oyunun ikinci mimarı ise genç bir Ermeni oyuncuydu. Henüz 23 yaşında olmasına rağmen 1911 yılı Ramazan ayı boyunca İstanbul’da sergilenen bir dizi tiyatro oyununda önemli roller üstlenmiş ve İstanbul seyircisinin büyük taktirini kazanmıştı. Adı Vahram Papazyan’dı. İstanbul’da doğmuş ve eğitim almak için Venedik’teki Murat Rafealyan okuluna gitmişti. Ardından tiyatrocu olmaya karar vermiş ve İtalya’da kendini eğitmenin yollarını bulmuştu. İstanbul’da ilk kez bir Hamlet prodüksiyonu gerçekleştirme fikri ondan çıkmıştı.

Bu ilginç gösteride Leart rolünü üstlenen 19 yaşındaki genç oyuncu ise gelecekte Türkiye Tiyatrosu adına önemli işler yapacak ve ülkenin en önemli tiyatro adamına dönüşecekti: Ertuğrul Muhsin. Bu genç adam Vahram’ın yakın dostuydu ve bir süre için ev arkadaşı olmuştu.

İki genç, oyunun 5. perde, 2. Sahnesinde karşı karşıya geliyorlardı. Söz konusu sahne oyunun düğüm noktalarından birisiydi.


(Işık. Leart ve Hamlet bir ellerinde meçleri tutmakta, diğer elleriyle el sıkışır haldedirler...)

Hamlet: Beni affediniz, size hakaret ettim, fakat bir centilmene yakışır bir surette affediniz. Bu cemiyet-i hümayunun benim ne derece ihtilal-i şuura müptela olmuş olduğumu size bildirmemiş olması mümkün değildir. Efalimde sizin tabınızı, haysiyetinizi, vesvesenizi anf ile ikaz eden şu mahz-ı cinnet idi. Leart’ı tahkir eden Hamlet miydi? Muhakkir asla Hamlet olmadı: Eğer Hamlet kendi kendisinden cüda edilir ve kendi kendisi olmadığı halde Leart’ı tahkir ederse bunu yapan Hamlet olmaz. Hamlet mütecasirin kendisi olduğunu inkar ediyor. O halde bunu kim yapıyor? Kendisinin cünumu. Bu taktirde Hamlet tahkir olunan cihette bulunuyor değildir. Cünumu zavallı Hamlet’in hasmıdır. (...) Fazilatkar kalınız. Hanemin damı üzerinde attığım ok kazara biraderime isabet etmiş gibi. Beni affetmek tevazuunda bulunsun.
Leart: Bu hal-i hususide, beni intikama sevk etmesi lazım gelen kılıcım, tamamıyla tarziye olunduğunu beyan ediyor. Fakat namus ve şeref beni zaptediyor. Muhterem ihtiyarlar ve namus hakemlerinden müteşekkil bir heyet, hakim-i  sulh tayin ederek namımın lekesizliğini ityan ve temin ettirinceye kadar barışmayı istemem. O zamana kadar dostluk takdimenizi samimi kabul eder dostluğunuza riayette kusur etmem.
Hamlet: Bu temini kemal-i memnuniyetle kabul ediyorum. Bir biraderin bahsini bir neticeye kadar isal etmeye serbestane yardım edeceğim. (...) Leart sizin şöhretinize zehr değil, Zühre-i itila olacağım. Zira karanlık bir gecede bir yıldız gibi, sizin maharetiniz benim cehlimin yanında parlayacak.
Leart: Prens, benimle istihza ediyorsunuz.
(...)
Hamlet: Haydi Efendi.
Leart: Haydi Prens. (Yekdiğere hücum ederler)
Hamlet: Bir.
Leart: Peki tekrar başlayalım.
Hamlet: (...) Haydi. (Vuruşurlar) Al bir diğer darbe daha, buna ne diyorsunuz?
Leart: Dokundu, dokundu, itiraf ediyorum. (...) Prensim şimdi darbemi vuracağım.
(...)
Hamlet: Haydi üçüncü, Learte siz yalnızca alay ediyorsunuz, olanca kuvvetinizle bana savlet ediniz; korkarım ki beni bir çocuk yerine koyuyorsunuz.
Leart: Öyle mi diyorsunuz, pekâlâ, haydi. (Mübareze-i seyfiyeye girerler) (...) Al sana bu defa!
(Learte Hamlet’i yaralar, kavganın telaş ve heyecanıyla meçlerini yere düşürürler, alırken yekdiğerinin kılıcını alırlar. Muhacemede Hamlet Leart’ı yaralar.)
Hamlet: Muhsin... Muhsin... Muhsin...
(Sahne kararırken bir telefon sesi duyulur. Karanlıkta bir kaç kez uzun uzun çalar. Ardından karanlık içerisinde bir ses duyulur.)
Ses: Muhsin... Muhsin... Muhsin...

(Lokal ışık yanar. Bir masada oturmakta olan Muhsin’i aydınlatır.)

Muhsin: Vahram?
(Masanın öbür ucu da aydınlanır ve ışık ayakta durmakta olan Vahram’ı aydınlatır.)
Vahram: Selam Muhsin. Nasılsın? Mahsuru yoksa bu gece sende kalabilir miyim? Orası çok soğuk.
Muhsin: 60 yıl önceki gibi...
Vahram: Evet, ama o zaman sen bana gelmiştin.
Muhsin: Dışarısı çok soğuktu. Beni evine almıştın.
Vahram: Tiyatrocu olduğu için evden kovulan ilk adam değildin, sonuncusu da olmadın.
(İki adam kucaklaşırlar. Sonra masaya geçip karşılıklı otururlar)
Vahram: (Cebinden bir konyak şişesi çıkarır) Sana Ararat getirdim. (Muhsin için bir bardağa koyar, kendisi şişeden içer) Soğuk bir gecede insanın içini ısıtacak en iyi şey budur ama orada maalesef bulunmuyor.  (Tekrar içerler, sessizlik.) Son zamanlarda 1911 yılı Ramazan ayı aklıma geliyor sık sık. Ne günlerdi be Muhsin? Reşat Rıdvan’ın kurduğu kumpanya... Odeon Tiyatrosu... Napolyon’un Hayatı... Dreyfus... Othello ... ve bizim Hamlet... Dünyada o kadar yer gezdim, her dilde yüzlerce oyunda oynadım ama İstanbul’da oynadığım yıllardaki zevk ve heyecanı hiçbir yerde bulamadım. Ah ahh, o günleri hatırladıkça sen de heyecanlanmıyor musun, doğruyu söyle Muhsin.
Muhsin: Heyecanlanmaz olur muyum... Gençtik o zamanlar... Naiftik... Romantiktik... Hiçbir şeyi düşünmeden yaşardık, arkamıza bakmazdık. 
Vahram: Sana Hamlet projesini ilk açtığımda ne demiştin hatırlıyor musun?
Muhsin: “Hamlet mi? Güzel isimmiş.” (Gülerler.) Ama sonra Hamlet hiç peşimi bırakmadı, daha doğrusu ben sürekli onun peşinden koşup durdum. Bu aralar modern bir uyarlama fikri dönüp dolaşıyor kafamda.
Vahram: Gel birlikte yeni bir Hamlet çıkaralım. Sen ve ben, yeniden aynı sahnede. İstemez misin?
(Sessizlik)
Muhsin: Soğuk mu gerçekten?
Vahram: Evet, çok soğuk. İliğine, kemiğine işliyor insanın. Kral Hamlet’in hayaletinin anlattıklarıysa çoğunlukla palavra. (Gülerler ve içerler) Eee, yanıt vermedin teklifime.
Muhsin: Ben hangi rolü oynayacağım?
Vahram: Sen ne düşündün? Yoksa... (Güler)
Muhsin: Neden? O rolü defalarca oynadım ve her seferinde övgü aldım yalnızca.
Vahram: Biliyorum, izledim seni.
Muhsin: İzledin mi? Ne zaman?
Vahram: Sahne hayatımın 25. yılını kutluyordum. Sovyet Ermenistanı’nda, Gürcistan ve Azerbaycan’da çeşitli etkinlikler tertiplenmişti, ben de birinden diğerine koşuyordum. O kadar sıkılmıştım ki fırsatını bulur bulmaz çalıştığım tiyatronun müdürüne bile haber vermeden bir iki günlüğüne kaçıp gizlice İstanbul’a geldim. Doğduğum ve tiyatro sahnesine ilk adımımı attığım bu şehri özlemiştim. Annemle babamın mezarlarını ziyaret ettim. İstanbul sokaklarında dolandım. Eskiden oyunlar oynadığımız semtlere gittim. Ve bir ilan panosunun önünde durduğumda bir süprizle karşılaştım: Hamlet, yazan William Shakespeare, yöneten Muhsin Ertuğrul. Oynayanlar: Hamlet, Muhsin Ertuğrul.  Tahmin edeceğin gibi hemen salona girdim ve senin Hamlet’ini izledim. Birlikte aynı sahneyi paylaştığımız o yıllar geldi aklıma. (Durur. Sessizlik. Aniden)  Othello rezaletini hatırladım mesela... (güler)
Muhsin: Her şeyin sonu olmuştu... Onca emek...
Vahram: Belki de yeni bir başlangıç demek lazım... Bakış açısına göre değişir.
Muhsin: Sonuçta çoğu konuda sen haklıydın... Kafaca çoktan emekli olmuş o eski saray oyuncuları, kendine “alaylı” diyen ve “okullu” olduğun için seni küçümseyen yaşlı başlı adamlar... Bunlarla yeni bir sanatsal atılıma girişmek mümkün değildi. Ama bugün aynı şeyi yapsan ve rezalet bile olsa bir oyunu kesip diğer oyuncularla seyirci önünde tartışsan ben onları değil, seni kovardım kumpanyamdan.
Vahram: Merak etme Muhsin, biz Ermeniler biraz fazla gururluyuz galiba. İstenmediğimizi fark ettiğimiz anda kovulmayı beklemeden, fırsat bulabilirsek tabii, çeker gideriz. Gittik zaten. Gitmeyenler de bir şekilde gönderildiler. Size koskoca bir tiyatro hediye ettik ve kenara çekildik. Ağzımızı bile açmadan... Açabilir miydik? O da ayrı bir konu ya, neyse...
 (Uzun bir sessizlik)
Vahram: Bizim Hamlet, oyun olarak estetik açıdan çok iyi değildi belki... Doğruya doğru. Henüz genç ve tecrübesizdik. Gerçi seyirci inanılmaz coşkuyla karşılaşmıştı. Gazeteler hak etmediğimiz kadar övmüştü bizi. Ne günlerdi ama... Hatırlıyor musun, senin yanağına kılıcımın sivri demiri batmıştı ve her tarafın kan içinde kalmıştı. Sen hiçbir şeyin farkında değildin. Kırmızıya çalan parlak bir kostümle çıkmıştın selama ve inanılmaz coşkulu bir alkış almıştık. Shakespeare bile bu kadar kanlı bir final hayal etmemiştir herhalde. (Güler)
Muhsin: Neden haber vermedin?
Vahram: Yanağının kanadığını mı?
Muhsin: Hayır, İstanbul’a geldiğini.
Vahram: Veremezdim.
Muhsin: Seni ikna edeceğimden mi korktun? Böyle olmasına gerek yoktu, dönebilirdin. Benim çalıştığım her tiyatronun kapısı senin için sonuna kadar açık olacaktı. Birlikte Hamletler yapacaktık yine. Bıraktığımız yerden devam edecektik.
Vahram: Buradan ayrıldığım geceyi hatırlıyor musun...
Muhsin: Evet, seni uğurlamaya gelen tek kişi bendim.
Vahram: Gideceğimi herkes biliyordu ama zamanını yalnızca sen biliyordun. Aniden ve gizlice...
Muhsin: O zaman gitmene çok üzülmüştüm çünkü en iyi dostumu ve sahne arkadaşımı kaybetmiştim. Ama sonra gidişinin senin açından ne denli hayırlı olduğunu anladım elbette. Sonuçta dünyanın en iyi Shakespeare oyuncusu oldun. Krel Lear, Hamlet, Othello... Othello’yu 2000 kere nasıl oynadın be adam?
Vahram: (Güler) Bilmem... Shakespeare benim evimdir. Ne kadar gezip dolaşsam da sonunda ona dönerim ben. Onun dizelerine sığınır, yarattığı karakterleri sahnede canlandırarak ruhumu dinlendiririm. Sanki bir tür ibadet gibi. Burada bütün bunları yapabilir miydim sence Muhsin? Aslında buradan giderken de bir gün döneceğimi umuyordum... Ama ben gittikten sonra öyle şeyler oldu ki... Yine de dönmeyi denedim, sen de biliyorsun. Eyüp Camii’nin avlusunda yaşadıklarımızı hatırlıyor musun?
Muhsin: Boğaziçi’nin Esrarı’nın çekimlerinden mi bahsediyorsun? Oradaki yobaz güruhun hedefi sen değildin ki, hepimize saldırdılar. Kamera ve ışıkları bile zorlukla kurtardık, hatırlasana. Hepsi üzerimize zimmetliydi…
Vahram: Ama benim Ermeni olduğumu anlayınca sizi bırakıp benim peşime düşmüşlerdi. Bayağı bir hırpalanmıştım, üstüm başım parçalanmıştı. Sonunda yerden kalkarken kanlı avuçlarıma bakıp şöyle sormuştum kendime: “Ben bunu hak etmek için ne yaptım?” Biliyordum Muhsin, yaşanan tarihi ben değiştiremezdim ama yeni bir kurban olmaya da niyetim yoktu.
Muhsin: Şaşkına dönmüştük, her şey o kadar hızlı oldu ki... Seni korumalıydık, izin vermemeliydik...
Vahram: (Sözünü keser) Şşşştt! Evet, hala teklifime yanıt bekliyorum... Yeni bir Hamlet diyorum, bugüne kadar yapılmışların en iyisi...
(Sessizlik)
Muhsin: O günlerde en büyük zevkimiz neydi biliyor musun? Seni izlemek. Oyunlardan sonra hepimiz hızlıca hazırlanıp tiyatrodan ayrılırdık. Ama sen kalırdın. Hepimiz senin bireysel provalar yaptığını çok iyi biliyorduk. Bazılarımız sık sık sana bir oyun oynardık. Tiyatrodan ayrılır gibi yapar,  kulise saklanarak seni izlerdik. Jestlerini, mimiklerini, vücudunun duruşunu... Sonra ayna karşısında seni taklit ederdik. Türkçe’n hepimizinkinden zarifti. İstanbul sahnelerinde Shakespeare’in dizeleri Türkçe olarak ilk senin ağzından söylendi. Nasıl ezberliyordun o uzun metinleri... İlk provadan itibaren tüm oyunu hafızadan okurdun.
Vahram: Abartma canım, bazen takıldığım da oluyordu...
Muhsin: Ben hiç hatırlamıyorum, tevazu göstermene gerek yok.
Vahram: Ya Muhsin bazen çok şaşırıyorum şu söylediklerine... Konuştuklarını duyan birisi seni mesleğe yeni atılmış acemi bir tiyatrosever zanneder. Bu adamın Türk Tiyatrosu’nun kurucusu koca Muhsin Ertuğrul olduğuna kim inanır yahu...
Muhsin: Ben o günlerden bahsediyorum canım... O zamanlar bize şaşırtıcı geliyordu yani... Biliyorsun o zamanlar tuluat revaçtaydı, rol ezberlemenin yeteneksiz oyuncuların işi olduğu düşünülürdü.
Vahram: Bu hesapla ben yeteneksizin tekiyim yani öyle mi? (Gülerler)
Muhsin: Sen benim tanıdığım ilk gerçek yıldızdın Vahram. Sen gittin ve meydan farelere kaldı.
Vahram: Fareli köyün kavalcısı... Hatırlıyor musun günler geceler süren tartışmalarımızda sana hep ne derdim? Oyuncu kendisini sanatına adamalı ve hayatı boyunca bir çırak gibi öğrenmeye hazırlıklı olmalı. Evet, 1911 yılının İstanbul’unda belki ben bir yıldızdım ama biliyordum ki Avrupa’da sadece bir çırak... Kalsaydım yıldız olmaya devam edecektim belki ama susuz kalmış bir ağaca dönecektim, içten içe kuruyup çürüyecektim. Aslında sen de hep benim yaptığımı yaptın. Ne zaman susuz kaldığını hissetsen besleneceğin topraklara doğru uçup gittin. Ele avuca sığmaz bir güvercin gibi...
Muhsin: Ama ben hep döndüm... Bir yuvam olduğunu biliyordum.
Vahram: Ben de döndüm. Sonuçta yuva dediğimiz yer doğduğumuz değil bizi kucaklayıp sarmalayan yerdir. Pişmanlık duymamıza gerek yok Muhsin. İkimiz de olması gerektiği gibi yaşadık ve olması gerektiği gibi öldük, öleceğiz. Sen benim kardeşimdin ve hep öyle kalacaksın.
(İki adam tekrar kucaklaşırlar)
Muhsin: Teklifini kabul edemem çünkü bu dünyada tamamlamayı düşündüğüm bir başka Hamlet yorumu var kafamda.
Vahram: Biliyorum ama sen oynayamayacaksın, belki oğlun oynar.
Muhsin: Haklısın, her zaman olduğu gibi bir baba olarak oğullarımı düşünmek zorundayım öncelikle. Hayatım boyunca en keyif aldığım şey, seyirci karşısında olmak, oynamaktı ama oynayabileceğim bir tiyatro ortamı yoktu ve ben onu inşa etmekle geçirdim tüm yaşamımı. Keşke böyle olmasaydı, keşke senin gibi ben de oynamaktan alınan zevkten mahrum etmeseydim kendimi. Tiyatronun ıvır zıvır işlerini başkaları yapsaydı.
Vahram: Kendine haksızlık etme Muhsin. Senin yaptıkların da yabana atılır şeyler değildi. Evet biz Ermeniler bu ülkede tiyatronun yeşermesi için çok şeyler yaptık, yarım yamalak da olsa bir başlangıç yarattık. Ama yeni yeni filizlenen, boy atan tiyatromuz savaş efendilerinin çizmeleri altında ezildi, yok oldu. Sen ve arkadaşların savaş sonrasının yıkıntıları arasından sahneleriyle, yazarlarıyla, oyuncularıyla, seyircileriyle bu ülkede tiyatroyu yeniden yarattınız. Bense dünya denen sahnede dolanıp duran bir oyuncuydum sadece. Uzaktan uzağa sana gıpta ettim, bazen kıskandım ama her zaman saygı duydum.
Muhsin: Bunları bana ilk kez sözlüyorsun... Gerçekten onur duydum. Çok teşekkür ederim.
Vahram: Neredeyse kırk yıldır görüşmedik ve sanıyorum ki bu son görüşmemiz olacak sevgili kardeşim. (Sesszilik) Daha önce hiç bahsetmiş miydim sana? Venedik’teki okul günlerinden itibaren Hamlet’te oynamadığım rol kalmamıştır neredeyse. Hatta gençlik günlerimde Ophelia’yı bile oynamıştım. (Güler) Sadece tek bir rol, tek bir rolü  hiç oynamadım. (Ayağa kalkar) Şimdi onu oynamanın zamanı geldi: “Geç kalmayalım, haydi Allahaısmarladık! Gece böceği solmaya başlayan hararetsiz ateşiyle bana, sabahın yaklaştığını gösteriyor.”
Muhsin: Hayalet, birinci fasıl, beşinci sahne.
Vahram: Allahaısmarladık! Allahaısmarladık! (Üzerindeki ışık söner)
Muhsin: (Kendi kendine) Güle güle, yolun açık olsun.

(Sahne aydınlanır ve Handan girer)

Handan: Muhsin? N’oldu? Gecenin bu saatinde... Üşümüşsün.
Muhsin: Az önce Ermenistan’dan İstanbullu bir arkadaş aradı. Vahram ölmüş.
Handan: Vahram?
Muhsin: Vahram Papazyan.
Handan: Vahram Papazyan, Ermenistanlı ünlü Sahkespeare oyuncusu...
Muhsin: Ansiklopediler öyle yazacak ama o aslında İstanbullu’ydu.
Handan: Üzüldüm. Bu kadar yakın olduğunuzdan haberim yoktu.
Muhsin: Yakındık. Şimdi daha iyi anlıyorum ki çok yakındık.
Handan: Görüşür müydünüz?
Muhsin: Hayır. Belki kırk senedir hiç görmedim onu. Ama sanki bu gece...
(Sessizlik)
Handan: Ben sana sıcak bir ıhlamur demleyeyim, hasta olacaksın.
Muhsin: (Masadaki şişeyi gösterir) Ararat içtim şimdi. Onun üstüne hiçbir şey gitmez. (Sessizlik) Vahram Papazyan. Bir papazın oğlu değildi ama papaz olsun istemişti dini bütün bir Hristiyan olan babası. Oğlunu Venedik’e gönderdi feyz alsın diye San Lazzaro’daki rahiplerden. Vahram ise başka bir din seçmişti kendisine ve büyük bir imanla sarılmıştı tiyatro perisine. Doğduğumuzda her ikimiz de farklı dinlere mensuptuk ama sonra tapınağımız tiyatro, incilimiz Hamlet oldu. Allah rahmet eylesin.
Handan:Toprağı bol olsun.
Muhsin: Yo yo, çekinmeden “Allah rahmet eylesin” diyebilirsin. Gençliğimizde yaptığımız uzun gece sohbetlerinden birisinde Vahram bana, “siz Müslümanlar ölen bir Hristiyan’ın arkasından neden hiç Allah rahmet eylesin demezsiniz” diye sormuştu. Ben de “özel bir nedeni yok, ben genellikle herkes için toprağı bol olsun” derim demiştim, “inançlarımızla ilgili basit bir tercih işte...” O zaman bana, “madem ki yukarıdaki Allah aynı Allah, bir Müslümana sunduğu rahmeti bir gayrimüslimden esirgemez” demişti. Allah rahmet eylesin.
Handan: Allah rahmet eylesin.
Muhsin: Ermenistan devleti ona resmi bir tören düzenleyecektir. Her Ermeni mezarlığında bulunan sanatçılar bölümüne defnedilecek. Adına tiyatrolar kurulacak ve onuruna oyunlar oynanacak. Kitaplara konu olacak yaşamı. Ama burada, doğduğu yerde, hiç kimse hatırlamayacak adını. Belki yarın bir gazetede küçük bir haber olur ölümü, belki de kaybolur gider, anılarda kalır tüm ömrü.  O yüzden sevgili karıcığım, burada ve şu anda biz onun adına küçük bir tören yapalım ve birer bardak Ararat içerek onu analım. (Doldurur. Ayağa kalkarlar.) Şerefe!
Handan: Şerefe!
(Müzik, ışık, perde.)