31 Mart 2011 Perşembe

Örgütlenme ve Beklan Algan Vizyonu

27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nde Mimesis Çeviri Araştırma Dergisi ve Tiyatro Araştırma Laboratuvarı, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz önemli tiyatro adamımız Beklan Algan anısına bir etkinlik düzenledi. “Türkiye Tiyatrosu’nda Beklan Algan Vizyonu” başlıklı bu etkinlikte Türkiye tiyatrosuna çeşitli biçimlerde katkı sunmuş ve farklı dönemlerde Beklan Algan’ın çalışma arkadaşı –öğrencisi değil çünkü Beklan Hoca için çalıştığı herkes öncelikle çalışma arkadaşıydı- olmuş önemli isimler söz aldılar. Tüm konuşmacıların açık yüreklilikle ortaya koyduğu gibi Beklan Algan elli yılı aşkın süreye yayılan sanat hayatı boyunca adeta bir sanat büyücüsü gibi çok farklı alanlara girip çıkmış ve mütevazi bir üslup içerisinde mucizevi dokunuşlar yapmış kendi şahsına münhasır bir kişilikti. Dolayısıyla onun kaybını telafi etmek hiç de kolay olmayacak.
Elbette etkinlik boyunca Beklan Algan’ın çok farklı özelliklerine göndermeler yapıldı: Onun Muhsin Ertuğrul ile olan ilişkisine, tiyatroyu tek bir pencereden görmeyen muazzam geniş bakış açsısına, evrenseli yakalarken yerelle kurduğu ilişkiye, gençlere verdiği değere vs… Ancak son dönemde tiyatro alanında yürütülmekte olan örgütlenme tartışması açısından mutlaka farkında olunması gereken bir özelliği bir hayli önplana çıktı: Muhsin Ertuğrul’un öğrencisi olmaktan da gelen bir alışkanlıkla Türkiye tiyatrosunu bir bütün olarak algılama ve her parçasıyla bu genel bakış açısının ışığında ilişkilenme. Beklan Algan vizyonunun en vazgeçilmez unsuru bu kapsayıcılıktır şüphesiz.
Geride bıraktığımız son iki yıl içerisinde Türkiye tiyatrosu yukarıda sözünü ettiğimiz bu vizyonun artık olmayışının sıkıntısını ciddi biçimde hisetti. Oysa Urla’da yaşanan Türkiye Tiyatrolar Birliği (TTB) Buluşması ve onun ardından gerçekleşen kurultaylar sırasında TTB ciddi biçimde bu konuya yoğunlaşmış ve Türkiye tiyatrosunun en temel sorunlarından birisinin farklı alanların birleştirici bir vizyonla biraraya gelememesi olduğunun altını çizmeye önem vermişti. Ancak süreç, TTB’nin kendisinin bile, kendi içinde, artık kronikleşmiş durumdaki bu yarılmayı üretmeye devam etmekten kurtulamadığını göstermiştir. Çünkü Beklan Algan’ın o geniş tiyatro birikimine rağmen tiyatroya yeni başlayan insanlarla kurduğu kompleksiz ilişkinin ve kendisini çok geniş bir tiyatro evrenine ait hissederek yapılan her yeni işle özdeşleşme yolunda gösterdiği inanılmaz büyük becerinin yerini, günümüzün en temel eğilimlerinden birisi olan narsistik egosentirizmin alması engellenememiştir.
Oysa kurucu bir özne olmak, öncelikle kendinize mesafeli bakmanızı ve kendinizi varolan sistem içerisinde işlevsel bir noktaya yerleştirmenizi gerektirir. Ancak bu şekilde kendinizi doğru işleyen bir yapının içinde gerçekten gerekli olduğu biçimde konumlandırabilirsiniz. Narsist birey ise, tam tersine, tüm sistemi kendi etrafında inşa etmeyi tercih eder. Örneğin TTB içerisinde etkin bir söyleme sahip bir profesyonel, Avrupa’da amatörlerin yerel yönetimlerce “aşırı biçimde” desteklenmesini, sistem tarafından yeterince desteklenmeyen profesyonellerin tekerine neoliberal politikalarca sokulmuş bir çomak olarak görebilmekteydi. Onun görüşüne göre “bu işten ekmek yiyen adamın” önceliği olmalıdır ya da daha açık ifade etmek gerekirse herkes haddini bilmelidir. Sonuçta amatör tiyatroyu profesyonel dünyanın kaynak sağladığı bir arka bahçe ya da bir seyirci deposu olarak gören “egosentirik profesyonelizm” diyebileceğimiz bir eğilimin somut bir örneği olarak görebileceğimiz bu söylem “tiyatro ölüyor, seyircimiz bizi terk ediyor” feryatlarının sahiplerine bu işten kimin sorumlu olduğunu göstermek açısından değer taşıyor.
Oysa Pazar günkü etkinlikte de ortaya konduğu gibi Beklan Algan vizyonu herşeyden önce bu narsisizme savaş açmak demektir. Beklan Algan’ın bıkıp usanmadan amatörlerin oyunlarını izlemeye ve bunca yıl tiyatro yaptıktan sonra bile hala yeni tiyatroya başlayan bir insanı tiyatro yapmaya iten motivasyonun kaynağını araştırmaya devam etmesi, iyi ya da kötü demeden tüm teatral üretimlere belli bir özdeşleşme ve heyecan ile yaklaşması bu vizyondan kaynaklanır. Amatör, profesyonel, okullu, alaylı, genç, yaşlı demeden tüm tiyatro insanlarımıza, kendi narsisistik sığ sularında boğulmak istemiyorlarsa Türkiye tiyatrosuna bütünlüklü ve evrensel bir algılayla yaklaşan büyük denizlere açılmaları gerektiğini söylerken bizler de bu vizyondan hareket etmek istiyoruz. Ön yargılardan uzak, paylaşmaya değer veren, kendini adeta bir tür teatral sufizmin etkisi altında tiyatroya adamış ve bu bağlamda “önce ben” demekten vazgeçmiş bilge bir toplumculuk… Belki de Beklan Algan vizyonu derken bunların tümü kastediliyor. Belki de Tiyatromuzu her seferinde Beckettvari bir yenilgiye yazgılı ünlü Sisyphus mitinin esiri olmaktan kurtaracak panzehir bu formülasyonda saklı. Beklan Hoca zaman zaman kaybetmesine rağmen aslında hiç yenilmeyen mucizevi bir adamdı. Onun misyonuna sahip çıkmaya aday olanların belki de her zaman hatırlaması gereken de bu olmalıdır bizce

12 Mart 2011 Cumartesi

Örgütlenme Tartışmaları: Geçmişin Kazanımları, Gelecek Tasarımları (1)

Yaklaşık 15 yıldır çeşitli alternatif tiyatro örgütlenmeleri içerisinde aktif bir özne olmaya çalıştım. Gerek üniversite yıllarında, gerekse mezuniyet sonrası tiyatro pratiklerinde farklı tartışmaların içerisinde olma fırsatını yakalamış olmak oldukça önemli bir deneyimdi. Mimesis Portali takip edenlerin haberdar olduğu üzere geçtiğimiz ay içerisinde, TTB’den ayrılan bir grup İstanbullu topluluk “Sahne İstanbul” adıyla faaliyet gösterecek bir tartışma platformunu hayata geçirdiler. Bu platform bir örgütlenme girişimi olarak daha önce denenmemiş bir işe girişiyor ve müstakbel bir örgütün oluşumu öncesinde kamuoyunu öncelikle “Nasıl bir örgütlenme?” sorusuna olabildiğince geniş bir yelpazede yanıt aramaya çağırıyor. Dolayısıyla söyleyecek sözü, paylaşacak deneyimi olan herkesin bu değerli girişime destek vermesi elzem hale geliyor doğal olarak.
1990’lı yıllarda Amatör Tiyatrolar Çevresi’nde (ATÇ) yaşanan hareketlenme, alternatif tiyatro adına ümit verici bir gelişme olarak görülüyordu. Ben bu dönemin son aşamasına bizzat tanık olma fırsatını yakalamıştım. O dönemin örgütlenme tartışmaları daha çok geçmişte çok daha dar ve öncü bir yapılanma tarafından başlatılan (İstanbul Sahnesi, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları, İstanbul Tıp Fakültesi Oyuncuları ve Bakırköy Oyuncuları) bir girişimin, 90’lı yıllarda ciddi bir hareketlenme içerisine giren üniversite tiyatrolarının katılımıyla hatırı sayılır oranda genişlemesinin getirdiği sorunlar üzerineydi. Temel olarak iki eğilim ön plana çıkmaktaydı: Birinci eğilim ATÇ’nin genişleme öncesi dönemde var olan yapısını koruması gerektiğini savunuyorken, diğer eğilim değişen durum gereği yeni ve katmanlı bir modele geçilmesi gerektiğini, aksi takdirde ATÇ’nin bir yığılma alanına dönüşeceğini ve organizasyon yeteneğini tümüyle yitirebileceğini ileri sürüyordu. İlk eğilim alt örgütlenmeler, komiteler, komisyonlar şeklinde iç örgütlülüğünü çeşitlendirmiş bir yapılanmanın uzun soluklu olamayacağını, bir süre sonra bu yapılanmaların birbirine yabancılaşacağını ve örgütün dağılacağını ifade ediyordu. İkinci eğilim ise bu görüşe katılmıyor, farklı sorunlara sahip tiyatro yapılanmalarının üniversiteler, mezuniyet sonrası yapılanmalar, çalışanların tiyatrosu birimleri ya da kültür merkezleri gibi alt platformlar haline örgütlenmesiyle her alt yapının kendi özerk gündemlerini belirleyeceğini, böylece deneyim kriterine bağlı olarak gruplar arasında oluşabilecek hiyerarşik oluşumların da önüne geçilebileceğini vurguluyordu. Tam bu dönemde ortaya çıkan “Eğitimde Cinsel Taciz” tartışması bu tartışmaları ciddi anlamda öteledi ve ATÇ içerisinde yer alan yapıları ciddi bir ayrışmanın eşiğine getirdi.
2000 yılının sonunda kuruluş girişimlerine başlanan İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu (İATP), aslında ATÇ içerisinde yürütülen bu tartışmalardan belli kazanımlarla çıkmıştı. Ağırlıklı olarak yukarıda bahsedilen ikinci eğilimin somut biçimde hayata geçirilmesini savunan grupların ortaya koyduğu bir deneyimdi ve ilkelerini bununla tutarlı bir biçimde formüle etti.
İkinci beş yılında kendisini bir girişime dönüştürmekle beraber sonuçta yaklaşık on yıllık bir deneyime sahip olan İATP geride nasıl bir miras bırakmıştır? Öncelikle İATP içerisindeki gruplar belli bir demokrasi kültürünü hayata geçirme konusunda önemli bir deneyime sahip olmuşlardır. Gruplar tarafından belirlenen ve normalde periyodik olarak değişen grup temsilcileri, platform dahilindeki grupların ya da genel tiyatro ortamının sorunlarına çözümler oluşturmak amacıyla düzenli toplantılar yapıyorlardı. Temsilciler mekanizması belli konularda inisiyatif kullanma hakkına sahip olmakla beraber aslında gruplar adına karar alma yetkisine sahip değildi. Öneri niteliği taşıyan çeşitli kararlar sonuçta gruplara sunulmakta ve gruplar bunları kendi içlerinde tartışarak nihai sonuca ulaşılması amaçlanmaktaydı. Elbette ki demokratik kültür gereği alınacak kararın oy birliği ile alınması gibi bir şart söz konusu değildi. Her grubun alınan kararlara şerh koyma hakkı saklı tutuluyordu.
Bu model elbette ki kağıt üzerinde herkese mantıklı gelen bir modeldi. Ancak uygulanması sanıldığı kadar kolay değildi ve İATP deneyiminde de her zaman hakkıyla uygulandığını iddia etmek de doğru olmaz. Ama böyle bir modelin bir ideal olarak kabul edilmesi bile sonuçta grupları ve onların üyelerini katılımcılığa zorluyordu. Genelde tiyatro alanındaki örgütlenmelerin hiç denemediği ve denenmesini imkansız olarak gördüğü bir girişimdi. Çünkü genelde tiyatro alanındaki örgütlenmeler resmi bir statü kazanma gereğini duyuyor ve yasal zorunluluklar gereği yönetim kurulu seçiyorlar, üyeler de iradelerini bu kurula devretme eğiliminde oluyorlardı. Aslında toplum genelinde angarya olarak görülen örgütsel aktivizmden kaçmak için de uygun bir fırsat sağlayan konformist eğilimler de örgütlerin bir grup aktif unsurun eline terk edilmesini kolaylaştırmaktaydı. Oysa İATP modeli bunun reddi üzerine kuruluydu ve üyelerin iradelerini bir grup temsilciye devretmesini kabul etmeyen bir oluşum olma niteliği taşıyordu. Ancak bu konuda sık sık temsilcilerin, temsilci olma niteliğini kaybederek kendi kendilerini temsil etme niteliği kazanmaları ya da grupların temsilcilerin gündeme taşıdığı konulara ilgi örgütlemeyerek sorunları bir grup aktiviste havale etmeleri türünden sorunlar çıkabiliyordu. Bu eğilimler dönemsel olarak platformu krize sokabiliyor ve eğer sorunların üzerine gidilmezse dayanışma duygularının zedelendiği hatta kamplaşmaların yaşandığı durumlar bile söz konusu olabiliyordu. Sonuçta ilk beş yılın ardından bu tür eğilimler o denli belirleyici olmaya başladı ki yapı kendisini bir girişime dönüştürerek bir yeniden yapılanma sürecine gitme kararını aldı. Ama sonraki beş yıl içinde bu yeniden yapılanma tam anlamıyla tamamlanamadı.
Diğer bir kazanım alt-platformlaşma deneyiminin hayata geçirilmesiydi. Üniversiteler ve çalışanların tiyatrosu diye nitelendirilen iki temel platformun yanı sıra zaman zaman aktif olan ve temelde lise tiyatrosu çalıştırıcılarının oluşturduğu bir eğitmenler komisyonu, oyunlardaki kadın dramaturjisinin ve kadınların tiyatrosuyla ilgili tartışmaların yürütüldüğü bir kadın komisyonu girişimi, bir yayıncılık komisyonu girişimi vs… türünden denemeler uzun soluklu olmasa da işlev sahibi oldukları dönemlerde yapıya belli bir derinlik kazandırdılar. Ancak yukarıda kısaca özetlediğimiz yapısal sorunlar ortaya çıktığında bu alt örgütlenme biçimleri sorun çözücü olmaktan ziyade sorunun bir parçasına dönüşmekten kurtulamadılar. Bu da yapının hantallığının artmasına yol açtı ve her seferinde safra atarak, bir komisyon ya da komiteden vazgeçilerek yola devam edildi. Ve nihayetinde beşinci yılın sonunda en temel platformlaşma biçimleri olan üniversite tiyatroları ve çalışanların tiyatrosu başlıklı iki platformun iç içe geçmesiyle aslında İATP’nin ilk döneminde ilkesel olarak benimsediği katmanlı örgütlenme biçiminden tümüyle vazgeçilmiş oldu. Bu farklı sorunlara da yol açacaktı.
Ortak etkinlikler düzenleme, önce basılı ve ardından internet üzerinden yayıncılık faaliyetleri yürütme ve İstanbul Amatör Tiyatro Günleri türünden komplike organizasyonlar yapma gibi bir çok değerli faaliyeti olmasına rağmen İATP deneyiminde ortaya çıkan çeşitli eksiklikler de söz konusuydu. Örneğin ne bir Eğitim Araştırma Komisyonu’nun var olduğu ilk beş yılda, ne de yeniden yapılanmanın hedeflendiği ikinci beş yılda İATP’yi alternatif bir okul konumuna getirecek eğitim-araştırma etkinliklerinin sistemli hale getirilmesi işi bir türlü halledilemedi. Bu, İATP’nin meydan okuduğu hegemonik sistem kültürüne karşı alternatif bir duruş sergilemesini zorlaştıran bir zaaftı. Diğer bir sorun platformun tiyatro kamuoyunda dönen tartışmalara fazlasıyla yabancılaşması, güçlü bir kamusal duruş gösterememesi ve sık sık kendi soyut gündemlerine gömülmüş bir alt kültür odağı haline dönüşmesiydi. Zaten alternatif olma tercihi yüzünden sistemik bir baskı altında olan, görmezden gelinen, sık sık akıntıya karşı kürek çekmek zorunda olan bir yapı olarak İATP, bir de kendi eğilimleri sonucunda kamusal alandan çekilmeye başlayınca çok ciddi varoluş sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalıyordu. Sonuçta yasal bir zemine sahip olmadığı için klasik bir tabela örgütüne dönüşme “şansı” da olmayan İATP, sekterleşip içe kapandıkça bir arkadaş grubuna dönüşme riskiyle baş başa kalıyordu. Bu hastalığın ilacı kamusallaşmak ve bir örgüt olarak tiyatronun sorunlarına dönük tartışmalara müdahil olmaktı. İşte tam bu noktada İATP’nin kendini fesih edip Türkiye Tiyatrolar Birliği’ne katılmasına kadar gidecek süreç başladı.