17 Şubat 2013 Pazar

Muhsin Ertuğrul: Ölmeyi Bilen Adam


“Sevgili Hasan, bana yazmış olduğun mektubu malesef daha önce yanıtlayamadım. Çünkü uzun süredir yurt dışındaydım ve Türkiye’ye yeni döndüm.  Mektubunda bana, İstanbul’a gelip gelemeyeceğini soruyorsun. Sevgili Hasan İstanbul öyle bir yer ki sana gel de diyemem, gelme de diyemem. Bu konudaki kararı tümüyle sen vermelisin.”

Ankara Devlet Tiyatrosu’nda dekorcu olan dedem Hasan Güllü, Muhsin Ertuğrul’dan aldığı bu mektup üzerine, karısı ve üç çocuğunu bir süreliğine Ankara’da bırakarak ceketini giyip ilk otobüsle İstanbul’a gelmişti. Bu olay tüm ailemizin hayatını değiştirdi. Bir zamanlar “tiyatroyla uğraşan herkesin Muhsin Ertuğrul’la ilgili bir anısı vardır” denirdi. Benim de kendi adıma onunla ilgili anım budur. Bizim kuşak içinse aynı şey Beklan Algan için söylenirdi. Neydi bu iki insanı tiyatromuz adına vazgeçilmez kılan? Muazzam geniş bir vizyona ve  bu ülkede tiyatro adına sarfedilen büyük, küçük her türlü çabayı aynı sevinçle kucaklayabilme yüce gönüllülüğüne sahip olmaları. Dedemin adını her zaman “Muhsin Baba” olarak andığı Musin Ertuğrul gerçekten de meslektaşlarına, öğrencilerine, tüm sanat emekçilerine bir baba gibi yaklaşmıştı. Muhsin Ertuğrul’un öğrencilerinden Ümit Denizer, kardeşi Metin Denizer ile Üsküdar’daki evlerinin kapısında bir sabah bir zarf bulduklarını anlatmıştı. Zarfın içinden “Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları Marat-Sade’ı oynuyor, mutlaka izleyin” yazılı bir pusula ve bilet için gerekli para çıkmıştı. Tahmin edileceği gibi zarfı bırakan kişi “Muhsin Baba” idi. Şu anda tiyatromuzun yaşadığı dağınıklığın, örgütsüzlüğün ve çeşitli kesimlerin biribirine karşı olan umursamazlığının temelinde hiç şüphesiz bu türden bir “Ertuğrul-Algan” vizyonu ve misyonu eksikliği yatıyor.

Tüm bunları Ayşegül Çelik’in Can Yayınları’ndan çıkan kitabı Ölmeyi Bilen Adam Muhsin Ertuğrul’dan bahsedebilmek için anlattım. Sadece bir belgesel roman olmayan, aynı zamanda okuyucuya edebi bir zevk  veren bu kitabın, Bulgakov’un Moliere Efendisi’ni anımsatan değerli bir biyografi çalışması olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de modern anlamda tiyatronun kuruluşu ve kurumsallaşmasının en önemli aktörlerinden birisi olan böyle önemli bir tarihsel figürün hayatı ve çalışmaları üzerine yaplmış bu denli az çalışma olması, tiyatro araştırmacılığımızın ne denli güdük kaldığının en önemli göstergesi. Ayşegül Çelik’in çalışmasının sonunda adlarını andığı 25 kadar kitabın içerisinde özel olarak Muhsin Ertuğrul üzerine yazılmış olanların sayısının bir elin parmaklarıyla sınırlı kalması her şeyi özetliyor –üstelik bu kitaplardan üçünün  doğrudan Muhsin Ertuğrul’un kendisine ait olduğunu da unutmayalım (Benden Sonra Tufan Olmasın, Gerçeklerin Düşleri veTiyatro Yazıları I-II). Ayşegül Çelik’in Muhsin Ertuğrul’un son eşi Handan Uran Ertuğrul’dan destek alarak ve muhtemelen onun sahibi olduğu birinci el kimi kaynaklardan yararlanarak zenginleştirdiği, edebi bir zevkle bir solukta okunan kitabı, bu anlamda önemli bir boşluğu doldurmaya aday nitelikte.

Ayşegül Çelik’in çizdiği Muhsin Ertuğrul portresi oldukça romantik –tiyatronun günümüzde içinde bulunduğu koşullar düşünüldüğünde, hala  ısrarla tiyatro yapmaya çalışan herkesin ister istemez bu romantizmi taşıması gerektiği düşünülürse bunda şaşılacak bir yan yok. Özellikle genç kuşakların bu hikayeden öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyorum: bir sanat olarak tiyatroyu her türlü koşul altında varetmek için verilen sınır tanımaz bir mücadele, tiyatro sanatına dönük çok geniş ve evrensel bir vizyon, sanatın olanaklarını ve ifade araçlarını geliştirmeye dönük bitip tükenmek bilmez bir araştırma ve öğrenme çabası. Ve tabii ki tüm bunların ötesinde sadece tiyatro sanatının gereksinimlerine odaklanmış, iktidar ve bürokrasi mekanizmaları karşısında asla taviz vermeyen onurlu bir duruş. Ayşegül Çelik’in Muhsin Ertuğrul’u en genel hatlarıyla bu değerlerin bir toplamı olarak çıkıyor karşımıza. Bir sohbetimizde Ayla Algan, Beklan Algan’la birlikte dünyanın neresine giderlerse gitsinler söz konusu olan tiyatro olduğunda Muhsin Ertuğrul’un adının her zaman her kapıyı kendilerine açtığından bahsetmişti. Bu “büyük güç” kaynağını yukarıda saydığımız değerlerden alıyordu büyük ihtimalle.

Baş kahramanı Ertuğrul olmakla beraber, kitapta İmparatorluğun yıkılış ve genç Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında tiyatro ve edebiyat hayatında etkin olmuş ve Muhsin Ertuğrul’la çeşitli biçimlerde ilişkilenmiş bir çok sanatçı da tek tek önümüzden geçiyor. Bu da dönemin canlı bir tablosunu sunuyor bizlere. Bu tabloya daha dikkatli bakınca, bir dönemin genç kuşağının hayata dönük ne denli büyük  idealizme sahip olduğunu daha iyi anlama şansına sahip oluyorsunuz. Gerçi bu idealizm, zaman zaman kimi karakterlerin kolayca politik angajmalara  girmesine zemin hazırlasa da Ayşegül Çelik’in güçlü Muhsin Ertuğrul  portresi, ısrarla bu ilişkilerin dışında kalan ve sanatın amaçları dışında hiçbir şeye ya da kimseye hizmet etmeyi düşünmeyen bağımsız bir sanat adamı olarak çizilmekte. Hayatının sonuna kadar ilkeleri için  varolmuş ve ilkeli yaşamış bir kahramanla karşı karşıya kalıyoruz. Bu konuda okur için aydınlatıcı olması ve kitabın genel havasını yansıtması için aşağıdaki uzun alıntıya yer vereceğim:

“Muhsin Ertuğrul (…) [1933 yılında] yeniden Mustafa Kemal’in sofrasında bulundu. Gazi , Faruk Nafiz’in yazdığı Akın piyesinden söz etti ona, “Bu piyes benim emrimle yazıldı,” dedi. “İsmet Paşa Kız Enstitüsü ve Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencileri de sergilediler, biz oyunu beğendik, Şehir Tiyatrosu’nun da bunu sahneye koymasını istiyoruz.” Ertuğrul Piyesi okumadığını söyleyince Mustafa Kemal hemen getirtti.

Bu sırada şampanya servisi de başlamıştı. Ertuğrul, bardağından bir yudum alınca kaşları çatıldı. İçinden, “Gazi Paşa bunu içiyor olamaz!” diye geçirdikten sonra masayı takibe aldı ve iki ayrı şampanya servis edildiğini fark etti. “Gazi Paşa’nın bundan haberi olmadığı belli,” diye düşünerek kadehini bir kenara bıraktı, “yoksa konuklarına ucuz şampanya verir mi hiç.” Bu sırada hizmetkar getirdiği piyesi uzattı. Ertuğrul hemen okumaya koyuldu. Uzun süre hiç ses çıkmayınca Mustafa Kemal masanın öbür ucundan seslendi, “Şampanyayı beğendiniz mi Muhsin Bey?” Ertuğrul fena dalmıştı, bir anlığına okuduğu sayfadan başını kaldırdı, “Aynı şişeden içmiyoruz efendim,” deyiverdi. Konuklardan bir kaçı ona ters ters baktılar, masada soğuk bir rüzgar esti. Mustafa Kemal’in de canı sıkılmıştı, bir müddet sonra yeniden seslendi:

“Piyesi sevdiniz mi?”

“Çok güzel Paşam.”

“Memnun oldum. Haydi, bize birkaç mısrasını sahnedeymiş gibi oynayın.”

Ertuğrul’un yüzü bembeyaz oldu, “Paşam,” dedi “nasıl ki, balıklar sudan çıkınca yaşayamazsa ben de sahneden başka yerde oynayamam.” Fakat artık Mustafa Kemal’in kaşları çatılmıştı. Onun sanatçı kaprisi yaptığını düşünüyordu. Afet Hanım, “Paşam, ben Muhsin Bey’i biliyorum, gerçekten de sahne dışında oynayamaz,” diye araya girmeye çalıştı. Paşa ısrarından vazgeçti ama keyifsizliği bütün gece sürdü. Onun soğukluğu diğerlerine de yansımış, Ertuğrul gecede yalnız kalmıştı. Bu tatsızlık yüzünden Mustafa Kemal’in sofrası erken dağıldı. Gecenin sonunda, “Piyesi gelip seyredeceğim. Ama dikkat et. Rolünü iyi oynayamazsan seni bizzat tenkit edeceğim, kötü bir aktör olduğuna inanacağım,” dedi Mustafa Kemal. Muhsin Ertuğrul derin bir üzüntüyle yanıtladı: “Muvaffak olmaya çalışırım Paşam.” Böylece Mustafa Kemal emir vermiş, Muhsin de piyesi oynamayı kabul etmiş oluyordu. Konuklar gittikten sonra Mustafa Kemal, hizmetkarı Cemal’e, “Ben ikna oldum,” dedi, “bu adam bu işi yapamaz.” (…)

Ertuğrul hemen piyesin hazırlıklarına başladı. Faruk Nafiz’in diline hayran olmuştu. (…) Provalar son sürat sürerken Mustafa kemal’in piyesi birkaç kez sorduğunu duydular. (…) Şubat ayının ikinci haftasıydı, İstanbul’a lapa lapa kar yapıyordu. (…) Kar hızını arttırırken tiyatro usul usul dolmaya başladı.Oyun başlamadan az önce de Mustafa Kemal geldi, locaya geçti. (…) Saatler aktı, oyun bir duygu seli içinde sona erdi. Eriyen mavi ışıkla birlikte perde kapandı. Bir anlık sessizliğin ardından salonu tezahüratlar , alkışlar doldurdu.  Bu vaveylanın içinde, “Ağlıyor!” diye haykırdı ön sıradan biri, “Mustafa Kemal ağlıyor!” (…)

Muhsin Ertuğrul oyundan sonra locaya, huzura  çıktı. (…) Mustafa Kemal, “Siz gerçekten de sahnede oynarmışsınız,” dedi, “sizi kutlarım!” Sonra sadece onun duyabileceği bir sesle sordu:

“Fakat ülkesi için canını veren hakan rolünü sizden daha iyi kim oynardı biliyor musunuz?”

“Hayır paşam, kim oynardı?”

“Ben.” ”(sf. 144-17)

Son bir not da bir süredir gençlik tiyatrosu alanında başarılı örnekler sunan Tiyatro Boğaziçi’ye. Musahipzade’den sonra Muhsin Ertuğrul ile devam edecek bir Türkiye Tiyatrosu serisi için Ayşegül Çelik ile birlikte çalışmak ilginç bir deneyim olabilir.