23 Kasım 2010 Salı

Karagöz’ün Türklükle İmtihanı (6) ya da Cumhuriyet Dönemi Gölge Oyunu Tarihçiliğine Eleştirel Bir Bakış (4)

Gölge oyunu tarihçiliği geleneğimizde Metin And’ın 1960’lı yıllardan beri ortaya koyduğu çalışmalar nedeniyle yadsınamayacak bir önemi olduğunu daha önce de belirtmiştik. Metin And, sergilediği bilimsel titizlik bağlamında gerek bu alanda bilimsel yöntemler kullanmaya gayret eden ama Osmanlı kültür ve uygarlığını anlamlandırmakta zorlanan yabancı araştırmacılar, gerekse yeni kurulmakta olan ulus devletin harcı kabul edilen Türk milliyetçiliğini hayattaki tüm eylemlerinin motivasyon kaynağı olarak görüp konuya bilimsel olmaktan çok “hissi” yaklaşmayı uygun bulan yerli araştırmacılardan ayrılır. Onun, ayakları geçmişe basarken yüzü geleceği yönelmiş bir ara kuşağın en önemli temsilcisi olduğunu kabul etmek gerekir. Dolayısıyla onun Dünya’da ve Bizde Gölge Oyunu adlı kitabı Türkiye’de bu alanda günümüze dek yazılmış en kapsamlı ve dikkate değer akademik çalışma olma özelliğini hala sürdürmektedir. Ancak şu da ortadadır ki yeni jenerasyonlara farklı bir eser verme konusundaki ilhamı bu eserle girişilecek bir hesaplaşma verebilecektir. Bu bağlamda Metin Hoca’nın geride bıraktığı mirasın özenle –ama eleştirel olmaktan da kaçmadan- analiz edilmesi gerekmektedir.

Metin And’ın bilimsel bir titizlikle ve önceki dönemin kaynaklarıyla hesaplaşmaya girerek ortaya koyduğu şekliyle Karagöz oyununun kökenleri hakkında kesin bir dille konuşmak gerçekten zordur. Hacivat ve Karagöz’ün gerçekten yaşamış karakterler olduğu ve Orhan Bey döneminde Şeyh Küşteri adlı birisi tarafından perdede ölümsüzleştirildikleri yolundaki rivayetin doğruluğunu ispatlayacak hiçbir güçlü delil yoktur. Hatta 16. yüzyıl öncesinde Anadolu ve İstanbul’da, bırakın Karagöz’ü, herhangi bir gölge oyunu geleneğinin var olduğunu iddia etmek dahi güçtür. Benzer biçimde daha önceki araştırmacıların ileri sürdüğü gibi, kökenleri Çin ve Orta Asya’ya dayanan ve İran üzerinden geçerek İslam alemine ve Anadolu’ya girmiş bir Türk gölge oyunu geleneğinin varlığını kanıtlamak da gerçekten zordur. Şu an için elimizdeki tüm tarihi kanıtlar bize gölge oyunu tekniğinin başta başkent İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesine Mısır’ın Osmanlı egemenliğine girdiği 16. yüzyılda Mısır üzerinden girdiğini göstermektedir. Ardından bu teknik İstanbul’u merkez alacak şekilde yaklaşık bir yüzyıllık bir gelişim evresi geçirmiş ve 17. yüzyılda Karagöz diye bilinen oyun ortaya çıkmıştır. Osmanlı’daki gölge oyununun, geçirdiği söz konusu dönüşüm sırasında Mısır gölge oyunundan biçimsel olarak neleri devraldığını, sonradan özgün olarak bu tekniğe neleri kattığını tespit etmek nispeten daha kolaydır. Ancak içerik (karakterler, senaryolar, toplumsal bağlam ve işlev vs…) söz konusu olduğunda benzer bir değerlendirme yapmak o kadar da kolay değildir. Ancak kesin olan şudur ki özellikle 18. Yüzyıldan itibaren oluşan bu yeni gölge oyunu biçiminin Osmanlı egemenliği altındaki ülkelerde popülaritesi artmış ve yaygınlaşmıştır.

Görüldüğü üzere And’ın Karagöz’ün kökenleri konusunda kanıtlara dayalı olarak ortaya koyduğu tezler, kendisinden önceki yerli araştırmacılarla karşılaştırıldığında büyük oranda objektif bir çerçeveye sahiptirler. Buraya kadar Metin Hoca gerçekten ufuk açıcı ve yön çizici bir tavır sergiler. Ancak konuya vakıf bir bilim adamı olarak tüm bu kanıtlardan yararlanarak boşlukları doldurması istendiğinde Metin And da öncülleriyle aynı zihniyet engeline takılır: Ulus devletçi bir milliyetçilik. Gerçi Metin And geçmişte üretilen ve bilimsel açıdan sorunlu bulduğu bazı eserlerdeki milliyetçi tonu uygun bir dille eleştirmekten kaçınmaz. Örneğin Yunanlı bir araştırmacıyı eleştirmek için şu satırları kullanır: “Selim Nüzhet Gerçek’in Türk Temaşası adlı kitabının 1930 baskısındaki Karagöz’deki tiplerin hepsinin ulusal olduğunu, hiçbir kültürün, Bizans’ın etkisi olmadan yüzde yüz arı Türk olduğunu ve ayrıca açık saçık olmadığını ve phallus bulunmadığı görüşünü bir varsayım olarak benimseyerek, Türk Karagöz’ü bu yönde geliştiyse, bunun Anadolu kökenli Karagöz’le ilgisi olamayacağını ileri sürüyor. Çünkü Anadolu kökenli Akdeniz’e yayılan Karagöz’ün ise phalluslu olduğunu, en önemli kanıtının da yayıldığı bölgelerde temsillere kadınların ve çocukların sokulmaması olduğunu söylüyor. Böylesine ters ve ilkel bir düşüncenin ne denli bağnaz olduğunu belirtmek bile gereksiz. Bundan önceki bölümde de uzun uzun anlatıldığı gibi Türk Karagöz’ü phallusludur. Yazar Selim Nüzhet Gerçek’in 1930’daki düşüncelerini aktarıyor diye niye sonraki incelemelere bir göz atmıyor.” Ancak And oldukça yumuşatılmış biçimde de olsa bu oyun nihayetinde tüm kültürel çeşitliliğine rağmen bir “Türk İmparatorluğu”nun egemenliğinde şekillendiğinden Türk Gölge Oyunu olarak nitelendirilmesinde bir sakınca görülmeyecektir: “Reich’ın göstermeye çalıştığı gibi antik mimus’un, commedia dell’arte ve bunun İspanya’dan Yahudiler eliyle getirilen öğelerinin de payı vardır. Gölge Oyunu gelişim sürecinde bu öğelerle Türk kültür birikimi içinde yaratılmış, Türk yaratıcılığı ona kesin damgasını vurmuştur.”

Bu bağlamda Türkiye’de Bizans tiyatrosunun Karagöz’e etkileri konusunu ilk kez gündeme getiren kişi olarak Metin And’ın bu konuda ilerlemek için oldukça temkinli davrandığı da gözümüzden kaçmaz. Mısır etkisi konusunda bu denli net bir görüşe sahip olmasına rağmen Bizans etkisini kabullenmemek için sarf ettiği özel çaba, büyük oranda Yunanistan’ın Karagöz’ü sahiplenmesine zemin hazırlamama gayretinden kaynaklanan bir tereddütten kaynaklanmaktadır –diğer bir deyişle bilim adamı duyarlılığının yerini “makul vatandaş olma” isteğinin aldığı izlenimini ediniriz. Gerçekte Karagöz’ün Mısır kaynaklı bir gelenekten evrilerek özgün bir tür olma vasfını kazandığı 16. yüzyıl boyunca Osmanlı halk kültüründe ne tür değişimler yaşandığı ve bunların Karagöz’ün oluşumuna ne tür etkiler yaptığı konusunda fazla bir bilgimiz yoktur. Ama çok kaba bir tahminle bile yüzlerce yıllık Bizans halk kültürünün buharlaşıp uçamayacağını ve bir şekilde dönüşerek Osmanlı kültürü içerisinde özümsendiğini söylemek mümkünken bu konuda Türkiye’de hiçbir ciddi araştırma yapılmamış olması manidardır. Metin And bu açığı gidermek için daha çok Bizans mimus’u üzerine 1903’te bir eser yayınlayan Hermann Reich’ın çalışmasına referans yapmayı tercih eder. Reich kitabında Karagöz’e oldukça geniş bir yer ayırmış ve onu Bizans mimus’unun hayal perdesinde canlandırılan bir türevi olarak görmüştür. Bunu yaparken de şu türden kanıtlar ileri sürmüştür –bu benzetmeyi aynı dönemlerde farklı bir bağlamda Osmanlı folkloru üzerine çalışan Macar araştırmacı Ignacz Kunos da yapmıştır: mimus da tıpkı Karagöz gibi kendilerini şarkılarla tanıtan çok farklı ırk ve ulustan tiplemelerin bir pazaryerinde karşılaştığı, parçalı ve episodik bir yapıya sahip, saçma ve zaman zaman kaba bir dilin kullanıldığı, aşk konulu şarkılarla bölümlenen ve finalinde etik dersler vermeyi amaçlayan bir komedi türüdür. Bununla birlikte Karagöz ve Hacivat giyim kuşamlarından aralarındaki tatlı sert ilişkiye kadar birçok açıdan mimusta görebileceğimiz karakterlere benzemektedirler. Senaryolar isim ve konu açısından büyük benzerlikler taşımaktadırlar. Ayrıca Karagöz’de mimustakiyle benzer biçimde kadınların oyunlarda oynadıkları rollerin geleneksel İslam toplumunda göremeyeceğimiz bir boyuta ulaşması da ilgi çekicidir. Tüm bu tezler gerçekten üzerinde çalışılmaya layık gibi görünse de bu türden bir çalışma daha çok ideolojik gerekçelerle ihmal edilmiş gibi görünmektedir. Metin And Reich’ın eserini çok eski olmakla eleştirir ve yeni çalışmaların ortaya koyduğu olgular ışığında yeniden değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Ama onun çalışmasını ilerletmek de her babayiğidin harcı değildir çünkü böyle bir misyonu hayata geçirmek için hem mimusu hem de Karagöz’ü en az Reich kadar iyi bilecek araştırmacılara ihtiyaç vardır. Bizans tiyatrosu üzerine Türkiye’de yapılmış yegâne çalışmanın sahibi olarak Metin And’ın hem bu tespiti yapıp hem de bu konuda hiç çalışma yapmamış olmasını da anlamak gerçekten zordur. Tabii söz konusu kitabın Almancadan Türkçeye hiç çevrilmemiş olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyorum bile.