23 Ağustos 2011 Salı

Mezarlar ve İnsanlar

Gestus ile ilgili yazı dizisinin hali Brecht’in Turandot ve Aklayıcılar Kongresi’nde yer alan Sarı Irmak metaforuna döndü: Âlimler, “Sarı Irmak gerçek mi yoksa sadece zihinlerimizde mi var?” sorusuna yanıt oluşturmak için bir araya gelmişler ama toplantının yapıldığı yer taşan Sarı Irmak’ın suları altında kalınca soru yanıtsız kalmış. Sahne üzerinde toplumsal jestlerin nasıl yansıtılacağı üzerine başlatılmış bir tartışmanın, bizzat yaşamın içinden gelen toplumsal jestler ön plana çıktıkça ertelenmesinden daha doğal bir durum olamaz. Sıklıkla olduğu gibi insan yaşamın gerisinde kalıyor.

Bir önceki yazımızda sürekli yeniden keşfedilen bir mezarın, Hagop Vartovyan’ın (Güllü Agop) mezarının hikayesinden bahsetmiştik ve demiştik ki: “Hagop Vartovyan’ın ya da Güllü Agop’un mezarı şimdi yeniden keşfedildi ama yazının girişindeki tartışmayı hatırlarsak bir iki jenerasyon sonra tekrar kaybolup gitmeyeceğini kimse söyleyemez. Bu taşın kaybolup gitmesini engellemenin yıllar önce ölüp gitmiş bir adam için hiçbir önemi yoktur şüphesiz. Ama yaşayan toplum açısından önemli bir eksikliktir.” Bu cümlelerin yazılışında kısa bir süre sonra Datça’dan iç burkucu bir haber geldi: Can Yücel’in, bu toprakların sesi soluğu olmuş bir bilge şairin, Can Baba’nın mezarı balyozlarla paramparça edildi! Ne yapmıştı ki Can Baba sağlığında ezilenlerin, adaletsizliğe uğrayanların yanında olmaktan başka? Bir de sözcüklere takla attırmıştı Türkçe’nin en iyi şiir söyleyen adamı. Statüko sahibi olmaya hiç yanaşmadan bir “halk çocuğu” olmuştu. Bir Kalenderi dervişi gibi şarabı bir protesto aracı haline getirmiş Oryantal bir Bacchus olmuştu. En güzel aşk şiirleri dökülmüştü küfürlü ağzından. Hamlet’i Osmanlıca söyletirken de, Fırtına’nın adasını İstiklal Caddesi’ne dönüştürürken de hep bir bildiği vardı.

Ve ne oldu Datça’da? Kendini Can Baba’nın “asıl evlatları” olarak gören bir grup, Mehmet Aksoy’un Can Baba’ya “tabiat baba”lığını yakıştıran mezar taşında kuşlar su içsin diye yer verilmiş olukları şarapla doldurdular. Üstelik ailenin ısrarlı uyarılarını hiçe sayarak yaptılar bunu. Can Baba hayatta olsaydı okkalı bir küfürü hak etmişlerdi içmeyi bilmedikleri için. Adabıyla içmeyi bilmeyenler oturamazlardı Can Baba’nın masasına ama maalesef şarap döküyorlar mezarına. Can Baba’ya “tabiat baba” olmayı yakıştıramayan ve onun sadece meyhanede şiir yazdığını sanan bu zevata inat bazı balyoz kafalılar ne yaptılar peki? “Alın ucuz şarap şişelerinizi ve balyoz kafalarınızı gidin ait olduğunuz çöplükte eşelenin; pisliğe bile pislik bulaştırmaktan başka bir şeye yaramazsınız.” demekten başka yapacak başka bir şey yok. “Sözün bittiği yerdeyiz” derler ya, işte bu durumlarda Can Baba’nın kalemi başlardı işlemeye ama işte o da yok artık. İdeolojisi ne olursa olsun tarih, kültür ve insanlık düşmanı birileri işbirliği yapmış, Hagop Vartovyan’ın mezarına yapılan nankörlüğü Can Baba’nınkine de yapmaya çalışıyor. Kimisi sadece kendi bildiği gibi bilinsin istiyor onu, kimisi de yok olsun gitsin kolektif bilincimizden diye uğraşıyor. Ama nafile, Can Baba öyle bir denizdir ki sizleri yutar, unutulur gidersiniz engininde.

Yine de şunu söylemeden edemeyeceğiz: Bir mezar taşının kırılıp dökülmesinin ailesinin üzülmesi dışında ölüp gitmiş bir adam için bir önemi yoktur şüphesiz ama yaşayan toplum açısından yolun sonuna gelindiği anlamına gelir. Yıllar önce Hamburg’da bulunan yegâne Sefarad mezarlığında çalışmalar yapan Micheal Halevy adlı bir tarihçiyle tanışmıştım. Soykırım döneminde neredeyse tüm üyeleri öldürülmüş ya da sürülmüş olan Hamburg cemaatinin çok geniş bir profilini çıkarma işine girişmişti. Yatay şekilde toprağın üzerinde duran taşlara bakarak ailelerin, kadınların ve erkeklerin renkli hikâyelerini anlatırdı. Bu mezarlık Nazi iktidarı döneminde defalarca yakılıp yıkılmış, saldırılara uğramış ama şehrin ekonomisine ve sosyo-kültürel hayatına önemli katkıları olan bu insanların hayaletinden kurtulmak bir türlü mümkün olmamıştı. Bu değerli araştırmacı bu hayaletleri tekrar ait oldukları yere, artık genç kuşakların devraldığı günümüz dünyasına katmak için uğraşıyordu. Böylece geleceğin sağaltılabileceğine inanıyordu besbelli. Bir arınma yaşanabileceğine ve hiçbir şeyden sorumlu olmayan genç kuşakların daha doğuştan bu büyük yükü sırtlarında taşımalarının engellenebileceğine. Bizse adeta insanlığın karanlık gün batımına koşmak istiyor gibiyiz. Mağara devrinde bile geçerli olan bir ilkeyi hiçe sayıyoruz: Oysa başına çiçekler konulmuş aile mezarlıklarına ait kalıntılar bizlere, antropologların yakın zamana kadar çizdiği bir portrenin tamamen asılsız olduğunu, Neanderthallerin de “uygar” olduğunu göstermişti. Çünkü düne kadar “kıllı maymun” diye aşağılanan bu insan türü mezara saygının ne demek olduğunu ellerinde şarap şişeleri ya da balyozlarla “tabiat baba”ya saldıran densizlerden daha iyi biliyorlardı; çünkü onlar her şeye rağmen insandı.

Bu iç burkucu haber dolaşırken ortalıklarda bir başka hüzün verici olay gerçekleşti: Beki L. Bahar’ın öldüğünü öğrendik. Mezarlara saygının kalmadığı bu ülkede bir başka tiyatro denizi daha toprakla buluştu. BGST ve Mimesis adına onun mütevazı törenine katılan birkaç arkadaştan öğrendiğimiz kadarıyla tiyatro dünyamızın çok haberi olmamıştı bu ölümden. Olmuşsa da benim gibi uzakta olanlar gelememişti herhalde. Oysa bizler Beki L. Bahar’ı oldukça geç tanımıştık ne yazık ki ve hala ondan öğrenecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorduk. Bu nedenle Mimesis’in 13. sayısında onunla ilgili bir dosya hazırlama fırsatını elde etmiş ve Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri 2010 kapsamında Yahudi Dernekleri ile işbirliği içerisinde özel bir gün düzenleme fırsatı elde etmiştik. Bundan daha önce Mitos-Boyut’un onun oyunlarını yayınlamış olması hepimiz için önemli bir şans olmuştu. Türkiye toplumunun büyük bir bölümü içinden çıkardığı bu müstesna değerle yeni yeni tanışıyordu belki de. Ölümünden önce kamusal gelişmelerle ne kadar ilgilenebiliyordu, Can Yücel’in mezarına yapılan saldırıyı duymuş muydu bilemiyoruz elbette. Ama onun cenazesini mezarlara bile saldırılan bir ülkede kaldırmış olduk. Beki Bahar yaşasaydı bu çelişkili durumdan belki de bir tiyatro oyunu yaratabilir ve Anadolu’nun, Ortadoğu’nun, Sefaradların mitolojilerinden ve tarihlerinden yararlanarak ölüye saygı üzerine bir oyun yazabilir ya da bizlerden birisine böyle bir oyun yazması için ilham vermeye çalışabilirdi. Bu denli tiyatro sevgisine sahip bir insan artık aramızda olmadığı için hepimizi kuşatan tiyatro evreninin ışığında bir azalma olduğu gerçeği zamanla anlaşılacaktır.

Tabii tüm bunlar bizi Beki L. Bahar’ın yaşarken yaşadığı haksızlıklar üzerine konuşmaktan alıkoymamalı yine de. 1970’li yılların başı gibi çok erken bir tarihte Alabora adlı kısa oyunu Ankara’da Devlet Tiyatrosu repertuarına giren Beki L. Bahar, sonradan yazdığı hiçbir oyunun Yahudi cemaati dışında ilgi görmediğini ya da diğer bir deyişle genelde görmezden gelindiğini söylerdi. Haklı olarak bunun nedenini fazlasıyla merak ediyordu. Bu oyunların büyük bölümü ilgisizlik nedeniyle yayınlanmadı ya da yayınlananlar kıyıda köşede kalmaya mahkûm oldu. Tiyatro yayıncılığının yüz akı Mitos-Boyut ve Yılmaz Öğüt olmasaydı da belki öyle kalmaya devam edecekti. Hatta öğrendiğimiz kadarıyla 1997 yılında Devlet Tiyatroları repertuarına alınan, Hitit Kraliçesi Pudu Hepa’nın yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme alınmış olan Ölümsüz Kullar adlı oyununun kaderi hala belirsizdir. Eğer bir gelişme olduysa bile bu konuda yazara bildiğimiz kadarıyla hayatının son günlerine kadar hiçbir açıklama yapılmamıştı ve bunun onu üzen en önemli sorunlardan birisi olduğunu bizzat gözlemleme fırsatını bulmuştuk ne yazık ki.

Söz konusu olan Türkiye olduğunda Yahudi bir kadın yazarın oyunlarının, repertuar kurullarında ne tür zorluklar yaşayabileceği tahmin edilebilir. Bu yıl düzenlediğimiz Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri kapsamında gerçekleştirilen “Saroyan ve Tiyatrosu” başlıklı etkinlikte konuşan Maral Aktokmakyan Saroyan’ın çok okunan bir yazar olması nedeniyle Broadway ve off-Broadway toplulukları arasında bir dönem çok revaçta olduğundan, ancak Bitlis’ten Amerika’ya göçmüş bir ailenin mensubu olarak göçmen kimliğinden kaynaklanan farklılık üzerinde ısrarla durduğu için bu ilginin zamanla sönümlendiğinden ve yazdığı oyunların birçoğunun okunmak için yazıldığından bahsetmişti. Oysa bizim bir Broadwayimiz bile yok! Sonuçta kültürel çoğulculuğu resmi ideolojisi olarak benimsemiş bir ülkede bile eğilimler bu şekilde cereyan ediyorsa bizim “küçük tiyatro evrenimizde” ana-akımı teşkil eden teatral kuruluşlardan alternatif bir duruş beklemek mucize kabilinden olacaktır. Anısına düzenlenen günün sonunda bir ara yan yana yürürken şöyle demişti: “Bazıları beni Yahudi olduğum için önemsemezdi ama sizler de Yahudi olduğum için fazla değer veriyorsunuz.” Mütevazılıkla karışık bir soru işareti vardı bu ifadede. Biliyoruz ki yeni jenerasyonun onu tanıma yolundaki çabalarından büyük keyif almaktaydı ama diğer yandan bu tanışmanın bu kadar gecikmiş olmasını da anlayamıyordu ve anlamak için bir uğraş veriyordu. Tabii ki yanıt değişen Türkiye’de gizli. Tek kültürlülüğün çatırdayan çatısında, yanıtları otoriteler tarafından belirlenmiş soruların yeniden sorulmaya başlanmış olmasında. İşte bu yüzden alternatif tiyatro hareketlerine, tarihe gerekli şerhi düşme konusunda bir görev düşüyor. Alternatif tiyatro hareketleri egemen kalıpları sarsabilir, yeni doğrular için mücadele verebilir, vermelidir. Bu mücadele Hagop Vartovyan’ın, Can Yücel’in ve anısı çok taze olan Beki L. Bahar’ın biz yaşayanlara bıraktığı mirasın bir parçasıdır.