“Oyundan önce sizlere bir Türkçe özet dağıtmayı düşünmüştük ama daha sonra sabrınıza sığınarak dedelerimizin ve ninelerimizin devlet dairelerinde, çocuklarımızın okulda yaşadıklarıyla kısa bir süre için de olsa özdeşlemenizi sağlamak için bundan vazgeçtik. Bizi anlayışla karşılayacağınızı umuyoruz.” Geride bıraktığımız haftasonunda, Alternatif Tiyatrolar Buluşması kapsamında Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi’nde konuk ettiğimiz Antakyalı topluluk Mesreh El Emel’in yönetmeni Hasan Özgün’ün Arapça olarak sergilenen Fıkıristan adlı oyundan sonraki sözleri böyleydi. Gerçek bir buluşmanın ruhuna uygun, son derece samimi sözlerdi bunlar ve salonda gerekli karşılığı bulduğu kanaatindeyim. Osmanlı’nın son dönemini de içine katarsak Türkiye’nin yaklaşık 100 yıllık ulus-devlet kurma deneyiminin nelere mal olduğunun tekrar ve tekrar gördüğümüz dışa vurumlarından birisiyle daha karşılaşmış olduk böylece.
Şu an için Türkiye’de Arapça tiyatro faaliyetleri sürdüren iki gruptan söz edebiliriz: İlki BGST olarak bu yılki Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’ni birlikte organize ettiğimiz İstanbul’da ASİ-DER bünyesinde faaliyet gösteren Mesreh el 3asi, ikincisi ise yukarıda adını andığımız Hatay Ehliddar Kültür Merkezi’nin tiyatro topluluğu olan Mesreh el Emel. Gün sonu söyleşsinde de dile getirildiği gibi şu an için bu iki topluluk dışında Arapça tiyatro faaliyetlerini kurumsallaştırma girişiminde bulunan başka topluluk yok. Arapça tiyatro bugüne değin genellikle özel buluşma ya da kutlamalarda sergilenen skeç ya da oyun parçaları ile varolmuş. Ama biri İstanbul, diğer Hatay’da bulunan bu iki tiyatro grubu şimdi bu faaliyete süreklilik kazandırmak ve sanatsal bir birikim oluşturmak için kolları sıvamış durumda. Ve bu konuda her türlü dayanışma ilişkisine açık olduklarını ısrarla belirtiyorlar, alternatif/muhalif hedefleri olan toplulukların gündeme alması gereken bir konu.
Henüz yolun başında olmalarına rağmen önemli bir iş başarmış durumda olan bu iki topluluğun üyelerinin heyecan ve enerjisi bana, Türkiye’de şu an için anadilde tiyatro konusunda en deneyimli odak durumdaki Kürt tiyatrosunun yıllar önce ilk adımlarını attığında yarattığı heyecanı yeniden hatırlattı. Sonuçta devletin tüm acımasızlığına rağmen Kürtler kendi dillerini yaşatmak için tiyatrodan, müzikten, sinemadan yararlandılar ve yararlanmaya da devam ediyorlar. Onların mücadelesi pek çok başka halka moral verdi, eminim ki Arapça tiyatro konusunda verilecek mücadele de gerek Kürtlere, gerekse dilini ve kimliğini tiyatro aracılığıyla yaşatmaya devam eden tüm diğer halklara moral vermeye devam edecektir.
Bu tartışmalara kalıcı bir katkı sunması niyetiyle “Türkiye’de Arapça Tiyatro” başlığıyla düzenlediğimiz etkinliğin ilk gösterisi Mesreh el 3asi tarafından sergilendi: Akhed Kadek [Gadanı Alayım] faaliyetlerine dört yıl önce başlayan topluluğun kolektif oyunaştırma yöntemiyle ürettiği ikinci oyun. Topluluğun yönetmeni Cevdet Bayram, geçmişte Eğitim-Sen’de yürütülen tiyatro faaliyetleri bağlamında tanıştığımız bir arkadaşımızdı. O dönemde Ömer Faruk Kurhan’ın danışmanlığında yürütülen “minimum tiyatro” ve “kolektif oyunlaştırma” pratiklerine[1] katılma şansına sahip olduğuna ve Gaziosmanpaşa şubesinde aktif sorumluluklar aldığına tanıklık etmiştik. Sevindirici olan Cevdet Bayram’ın (Türkiye’deki yaygın eğilimin aksine) bu çalışmalar sırasında edindiği izlenim ve birikimleri kendi kişisel gelişimi için kullanıp yoluna devam etmek yerine içinde çalıştığı kurumların mantığıyla uyumlu biçimde ve temel ilkelere sadık kalarak yeniden biçimlendirmesi ve tiyatronun toplum tabanında yayılmasına hizmet etmek için kullanmayı tercih etmesiydi. İzlediğimiz gösteri, kendisini yaratan tüm unsurlar için yakıcı olan bir sorunu teatral araçlar yardımıyla tartışmaya açmayı amaçlıyordu: Anadilin kaybedilmesi ve geleneğin aktarımında oluşan ani kopukluk nedeniyle kuşakların iletişim kurmakta zorlanması. Toplam altı epizottan oluşan oyunda metropolde yaşayan ve anadili Arapça olan bir ailenin farklı durumlar karşısında düştüğü açmazlar sergilendi. Bu vesileyle seyircinin içinde yaşadığımız sistemin farklı gruplar üzerinde her an, çoğumuzun bilincinde olmadığı, göze görünmeyen yeni baskılar ürettiğinin farkına varması sağlanmaya çalışıldı. Özellike anadili Türkçe olan geniş bir kesimin farkında olmadığı ve dolaylı olarak üretimine katkıda bulunduğu “tekçi” anlayışın çok somut bir eleştirisi sunuldu. Faaliyetin kendisi “minimum tiyatro” anlayışının en temel ilkelerinden birisine uygun olarak bizzat kendisini üretenlerin dönüşmesine hizmet etmiş gibi görünüyordu: Cevdet Bayram’ın belirttiğine göre ASİ-DER bünyesindeki faaliyetler, metropol koşullarında artık anadilini kullanmakta sorun yaşamaya başlayan geniş bir kesimin bu gidişata dur demesine neden olmakta.
İkinci oyun olan Fıkiristan ise Türk ve Kürt tiyatroculardan daha önce birçok örneğini izlediğimiz, halk tiyatrosu formlarından yararlanarak çağdaş dünyanın sorunlarını sahneye taşımayı amaçlayan, komik ve trajik unsurların iç içe geçtiği bir politik tiyatro örneğiydi. Daha çok bireysel anlatıların derlenmesiyle oluşturulan ve kısmen de olsa yansıttığı toplumun sosyo-politik bir analizini yapmaya çalışan bir “belgesel” tiyatro havası taşıyan ilk oyundan farklı olarak, Fıkiristan bize çok tanıdık gelen fantastik bir ülkede yaşayan, Arapça bilmeyenlerin bile referanslarını rahatlıkla çözebileceği toplumsal tiplemeler üzerine kurulu bir oyundu. Oyun sonrasında yapılan tartışmada da ortaya konduğu gibi oyunun tümüyle Arapça olması bile temel mesajların alımlanması için bir engel teşkil etmiyordu. Üstelik kendi anadillerini kullanmaları sahnedeki oyuncuların, sahnedeki varoluşlarını güçlendirmiş, parlaklıklarını arttırmıştı. Şu ortadaydı ki aynı oyuncular aynı oyunu Türkçe oynasalar belki bu denli güçlü tiplemeler çıkaramayabilirlerdi. Salondaki seyirciler arasında hatırı sayılır miktarda Arapça bilen kişi olması etkileşimi iyice güçlendirdi ve aradaki etkileşim biz Arapça bilmeyen seyircileri de kuşatıverdi. Oyun sonrası yapılan söyleşiyi modere eden (bu etkinliğin gerçek mimarlarından birisi olan) Ayşan Sönmez’in de belirttiği gibi, gerçek anlamda çokkültürlü bir toplumda sürekli birbirlerini izleyen ve dinleyen farklı diller konuşan toplumların yaşadığı deneyimler ne yazık ki şu an için Türkiye’de bizim uzağımızda. O yüzden bu tür buluşmaların artması ve gerçek anlamda çokdilli, çokkimlikli yanyanalıkların hayatımızda kapladığı alanın genişlemesi bu tür deneyimlerden daha da zenginleşerek ayrılmamıza hizmet edecektir.
[1] Ayrıntılı bigi için bkz. Ömer Faruk Kurhan’ın “Kolektif Oyunlaştırmaya Giriş” (Mimesis Tiyatro Çeviri Araştırma Dergisi; sayı 13) adlı makalesi ve Tiyatro’da 20 Yıl (BGST Yayınları, İstanbul 2007) adlı kitabı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder