Genelde 27 Mart’larda çok özel bir şey yapmam. Mesela sırf ücretsiz gösterim yapıyorlar diye özel olarak o gün tiyatroya gittiğimi hatırlamıyorum. Uygulamanın kendisine dair bir eleştirim yok, geniş bir kesim tarafından oldukça olumlu karşılandığının farkındayım. Ama ben o gün bir oyuna gitmek yerine gerçekten özel bir etkinliğe gitmeyi tercih ederim: örneğin geçtiğimiz yıl çok samimi bir ortamda gerçekleştirilen ustamız Beklan Algan’ı anma etkinliği gibi.
Bu yıl her şey üst üste geldi ve 27 Mart’ı içine alan hafta içerisinde bu türden birkaç özel etkinlikte bulunma fırsatı elde ettim. Bunlardan ilki Mimesis Çeviri Araştırma Dergisi ve Mimesis Sahne Sanatları Portali tarafından düzenlenen “Tiyatroda Eleştiri” başlıklı paneldi. Konu çok önemli ama zaman çok kısıtlıydı. Buna rağmen çok önemli konulara bir giriş yapıldığını düşünüyorum. Her şeyden önce tüm katılımcıların fikir birliği ettiği gibi aslında Türkiye’de eleştiri kültürü her zaman güdük kaldı. Bunun kültürel ve siyasi nedenleri olduğu gibi doğrudan eleştiri türünün kendine has doğasından kaynaklanan nedenleri de var. Tahsin Yücel’in de çok açık biçimde ortaya koyduğu gibi eleştiri nasıl yazılırsa yazılsın, hangi üslup kullanılırsa kullanılsın sonuçta yargı bildiren bir tür. Belki de bu yüzden en çok tepki çeken ve sansasyonel olmaya aday olan tür. Hiçbir yazınsal tür için kullanılmayan bir nitelemenin, “olumlu” ya da “olumsuz” nitelemesinin sadece eleştiri türü yazılar için kullanılması bunu açıkça göstermiyor mu? Bu yüzden eleştirmen olmak ister istemez mücadeleci bir kimlikle birlikte düşünülmesi gereken bir vasıf. Özellikle tiyatro alanı düşünüldüğünde.
Diğer yandan Süreyya Karacabey’in de belirttiği gibi sadece mücadeleci bir kişiliğe sahip olmak ve her şeye rağmen söyleyeceğini söylemek, iyi bir eleştiri kaleme almak için yeterli olmayacaktır. Tiyatro eleştirisinin tüm diğer sanat eleştirilerine oranla çok daha çetrefilli olmasının nedeni, diğer sanat eleştirisi türlerine oranla yazarından çok daha fazla donanım talep etmesinden kaynaklanır: Tiyatro eleştirmeni eleştirdiği oyunun metin analizini yapabilecek edebi birikime sahip olmalı, metni sahneye taşıyacak dramaturji ve reji süreçleri hakkında fikir sahibi olmalı, gösteri aşamasını çözümleyebilmek için oyunculuk, müzik, dekor gibi alanlar hakkında belli bir derinliğe ulaşmış olmalıdır. Dolayısıyla tekil olarak edebiyat, müzik, görsel sanatkar alanlarında çalışan tüm eleştirmenlerin bir toplamı olmak zorundadır. Peki, böyle “tanrısal” bir eleştirmen gerçekten varolabilir mi?
Bu her zaman istisnai bir tipoloji olacaktır. O yüzden okuyucularına karşı dürüst olmak ve bir gösteriyi çözümlerken ona tanrısal bir hakimiyetle olabildiğince “üstten” bakmak yerine onunla diyalog kurmayı amaçlamak her şeyden önce eleştirmenin işini kolaylaştıracaktır. Burç İdem Dinçel’in konuşmasında referans yaptığı “bir alımlayıcı olarak eleştirmen” fikrinin temelinde de biraz bu yaklaşım yatar. Sonuçta Stanislavski’nin oyuncusundan sahnede sergilemesini beklediği hem oynayan, hem de gözleyen/kontrol eden tavrı hatırlatan bir yaklaşım içerisinde; hem gösteriyi izlemeli, hem de gösterinin kendisinde uyandırdığı izlenimleri kaydedebilmelidir. Panel’in sonundaki tartışma bölümünde Çetin Sarıkartal’ın ısrarla ihtiyacımız olduğunu belirttiği gerçek karşılaşmalara dayalı yeni bir eleştiri geleneğinin kurulmasında belki de bu türden bir yaklaşım başat rol oynayabilir. Bu anlamda eleştirmen gösteriyi analiz ederken bir izleyci olarak kendisini de analiz eder. Bunu yaptığında Süreyya Karacabey’in Foucault’dan alıntılayarak kullandığı tabirle “tahakküm kuran eleştirmen” olma riskinden de kurtulmuş olacaktır.
Söz Çetin Sarıkartal’a gelmişken geçtiğimiz hafta katıldığım ikinci bir etkinlikten de bahsetmek istiyorum. Kadir Has Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nün sanat yönetiminde yeni gösteri mekanının açılışını 27 Mart haftası içerisinde gerçekleştirdi. “Sahne” adını taşıyan bu mekan çok amaçlı bir gösteri salonu. Son günlerde garajdan, atölyeden bozma deneysel mekanlarda yeni arayışlar içerisinde giren onlarca gösteri topluluğu için bulunmaz bir fırsat bu “Sahne”. Şimdilik çok yoğun bir programı bulunmuyor ama Çetin Sarıkartal’ın başkanlığındaki tiyatro bölümü burayı deneysel toplulukların buluşma mekanı haline getirecektir eminim ki. Zaten mekanın açılışında oldukça deneysel bir tiyatro oyunu sergilendi. Roza Erdem ve Çetin Sarıkartal tarafından kaleme alınan ve Çetin Sarıkartal tarafından yönetilen “Ara” adlı bu ilginç çalışma üzerine daha kapsamlı bir yazı kaleme almayı düşündüğümden şu an için gösteriye dair çok fazla şey söylemek istemiyorum. Umuyorum ki “Sahne” son dönemde bir arayış içerisinde olan deneysel tiyatromuza soluk katacak bir mekan olur.
Tekrar panele dönmek gerekirse, etkinliğin en ilginç kısımlarından birisi kuşkusuz Cevat Çapan ve Metin Boran’ın Batı’da ve Türkiye’de eleştirmenin rolünü tartıştıkları bölümdü. (Mimesis Portal’de yer alan etkinlik haberini okuyanların da bildiği gibi başta bu panele TEB adına konuşmacı olarak başkan Üstün Akmen davet edilmişti. Ne yazık ki kendisi geçirdiği bir kaza nedeniyle aramızda olamadı. Bu vesilyle kendisine bir kez daha geçmiş olsun demek istiyorum.) Cevat Çapan’ın da ortaya koyduğu gibi Batı’da ne zaman bir tiyatro devrimi olsa işin içinde mutlaka eleştirmenler de olmuştur. Cevat Çapan’ın verdiği örnekle eleştiriyi ABD’ye has ticari tiyatroya entegre bir tür olmaktan kuratan Eric Bentley ya da biraz düşününce ismi hemen akla gelen bir Martin Esslin, bir Patrice Pavis, hatta bir tiyatro eleştirmeni olmasalar da Brecht üstüne yazdıkları ufuk açıcı makalelerle Walter Benjamin ve Louis Althusser eleştirinin de devrimin vazgeçilmez bir parçası olduğunun en güzel örnekleriydiler. Oysa Metin Boran’ın da belirttiği gibi Türkiye’de okunmayan, okunmadığı için yazacak yer bulamayan eleştirmenlerin büyük kısmı ya tam tersi istikamete doğru gidip, ticari olandan uzaklaşmak yerine rayting yapabilmenin peşinde koşuyorlar ya da yazmamayı tercih ediyorlar: TEB üyeleri içerisinde sadece 8 kişinin aktif eleştiri yazıyor olması durumun vehametini ortaya koyuyor olsa gerek.
Ama yazıyı bu dramatik sonla nihayetlendirmek istemiyorum. Aslına bakılırsa tatlıyı yemeğin sonuna saklamıştım. Haftanın en keyifli etkinliği, tam bir tiyatro sevdalısı olan başkan Kevork Simkeşyan’ın bitip tükenmek bilmez enerjisiyle 9 yıldır her 27 Mart’ta Getronagan Derneği’nden Yetişenler Derneği’nde kesintisiz biçimde organize ettiği, tadı damakta kalan tiyatro akşamıydı. İşte o akşamdan kalanlar:
- Getronagan Lisesi öğrencilerinin Hagop Baronyan’ın Boyacıköy üzerine yazdığı bir metinden hareketle Boğos Çalgıcıoğlu tarafından yazılan skeçteki performansları gerçekten görülmeye değerdi. Oyunu anlamak için oyunculuklar da yeterliydi ama Boğos abinin benim için Ermenice’den Türkçe’ye yaptığı simultane çeviri de bir o kadar matraktı. Bu çocukları başkalarına da izlettirmenin bir yolunu bulmalı.
- Hagop Vartovyan’ın, nam-ı diğer Güllü Agop’un mezarını bulmak üzere Yahya Efendi mezarlığına giden üç Ermeni ve bir Türk’ün maceraları. Serda Aslan’ın telefonunun kamerasıyla kaydettiği ve sonra da kendi bilgisayarında montajladığı görüntüler tam bir komediydi. Yazın sıcağında Müslüman mezarlığında rencide olmayalım mantığıyla tesettüre giren iki Ermeni kadının haline güler misin ağlar mısın? Ve sonra araştırmacı Necdet İşli’den alınan tarif doğrultusunda bulunan mezarın başında okunan Ermenice ve Arapça dualar. Çok daha profesyonel bir kamerayla bu tarihi günü kayda çeken Uluç Esen’in çalışmasının nihayetleneceği günü sabırsızlıkla bekliyoruz.
- Ve nihayetinde 140 yıl sonra İBBŞT repertuvarına girerek Muhsin Ertuğrul’un sahnesinde beklediği alkışlara kavuşan Hagop Baronyan’ın Şark Dişçisi oyunundan görüntüler. Seneye Hagop Baronyan’ın kayıp mezarı mı? Neden olmasın. Boğos abinin söylediğine göre, bir zamanlar bir Ermeni mezarlığının bulunduğu Ortaköy Lotus Evleri’nin altında olması lazımmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder