30 Ekim 2012 Salı

Goldoni ve Baronyan (2)


(Bir araştırmaya dönük notlar.)

Eyvah, Orta Oyununu da ilk Ermeniler Modernleştirmiş! başlıklı yazımızda Venedik’te yürütülen ilk Türkçe tiyatro faaliyetlerinden bahsetmiş ve Venedik’te gelişen zengin tiyatro kültürünün Mıkhitaristler aracılığıyla İstanbul’a nasıl taşındığından söz etmiştik. İtalyan tiyatrosunun Venedik üzerinden Osmanlı ülkesine girişinin belki de en somut göstergelerinden birisi Hagop Baronyan’ın oyunlarıdır.[1] Diğer birçok Osmanlı oyun yazarı için söz konusu olduğu gibi Baronyan üzerinde de güçlü bir Moliere etkisinin varlığından söz edilir.[2] Goldoni etkisi ise, bu zaten bilinen ve geniş kabul gören olgunun yanında biraz ikinci planda kalmış gibi görünmektedir. Oysa Baronyan’ın ilk denemelerinden birisi İki Efendili Uşak adlı Goldoni uyarlamasıdır. Baronyan, Edirne’de doğup büyümüş, oradaki Ermeni ve Rum okullarında eğitim almış, ardından İstanbul’a gelerek başkentin önemli Ermeni entelektüelleriyle temasa geçme şansını yakalamış birisi olarak Goldoni konusundaki birikimini tümüyle yerli kaynaklardan edinmişti. Bazı yazarlar İtalyanca bildiğini de ileri sürmekteler.[3] Eğer durum gerçekten böyleyse yaşadığı dönemde İstanbul’da düzenli gösterimler yapan İtalyan topluluklarının gösterilerini takip etmiş olması gerekir. Mehmet Fatih Uslu, Melodram ve Komedi: Osmanlı’da Türkçe ve Ermenice Modern Dramatik Edebiyatlar adlı yayınlanmamış doktora tezinde, o dönemlerde İstanbul’da temsiller veren Societa Goldoni adlı bir topluluğun varlığından bahseder. İtalyanca bilmiyor bile olsa uzun süredir Venedik etkisinde bulunan ve İstanbul’da da okullara sahip olan Mıkhitarist Ermenilerin katkılarıyla İtalyan yazar hakkında yeterli birikime ulaşmış olması mümkündü.

Moliere Avrupa burjuvazisinin yeni yeni palazlanmaya başladığı dönemin yazarıydı. Üstün bir gözlem gücü ve öngörüyle burjuvazinin çocukluk hastalıkları üzerine oyunlar yazmıştı. Goldoni ise oyunlarını burjuvazinin kendi ayakları üzerinde durduğu ve devrim yapmak için harekete geçmek üzere olduğu bir dönemde yazdı. Devrimler çağının hemen arifesinde, başlangıçta çok büyük ümitler bağladığı burjuvazi ona hayal kırıklıkları yaşatmaktaydı; Goldoni bu sınıfın devrimci potansiyelinin sınırlarını çok erken bir tarihte görmüştü. Benzeri biçimde Baronyan da çok farklı bir coğrafyada ve farklı bir tarihsel bağlam içerisinde “Zartonk”u (Ermeni aydınlanmasını) taşımakta zorlanan Ermeni burjuvazisinin ve entelijensiyasının sınırlarını görmüştü. Strehler, Brecht ve Goldoni’yi karşılaştırdığı ünlü yazısında şöyle der: “Her ikisinin çerçevesi de, geçiş evresindeki bir toplumdur. Goldoni için bu aristokrat bir toplum düzeninden ve ahlaktan burjuva düzeni ve ahlakına geçiştir; Brecht’in döneminde ise ondokuzuncu yüzyılın liberalizmi, yirminci yüzyılda ilk ciddi bunalımını yaşamaktadır. “[4] Baronyan tarihsel olarak Goldoni’den ziyade Brecht’e yakındır. O en iyi eserlerini yazdığında Osmanlı toplumu küresel ekonominin etkisi altına girdiği ilk liberalleşme evresinin sonlarına yaklaşmaktaydı. 1870’li yılların sonunda Osmanlı ekonomisi derin bir krize sürüklenecekti.[5] Baronyan oyunlarında krizin yarattığı olumsuz koşulların etkisiyle iyice içine dönmüş ve kendisine atfedilen “ilerici misyondan” hayli uzaklaşmış durumdaki Osmanlı Ermeni burjuvazisi ve bir zamanlar onların etrafında şekillenmiş Ermeni entelijensiyasının durumunun bir betimlemesini yapar. Haşmetlü Dilenciler’in finalinde şöyle der: “Bu oyunun yazılma nedeni bizim yazarlarımızı, editörlerimizi, şairlerimizi ve entelektüellerimizi gözden düşürmek değil, gelecek nesillere bizim zamanımızın yazarlarının ve entelektüellerinin içinde bulunduğu sefil koşulları ve zenginlerimizin edebiyata ve sanata olan hayret verici umursamazlığını tasvir etmektir.”[6]

Bu sözcüklerde adeta Goldoni’nin Yabanlar oyununda geçen şu diyolagların yankılanması işitilmektedir:

Lunardo: Ben bugünkü günde opera, komedi nedir bilmiyorum.
Simon: Beni bir akşam zorla operaya götürmüşlerdi de fasılsız uyudum.
Lunardo: Küçükken babam bana Yeni Dünya resimlerini mi seyretmek mi istersin, yoksa yirmi para mı vereyim diye sorduğu zaman ben yirmi paraya yapışırdım.
Simon: Ya ben? Verdikleri bahşişi, koparabildiğim bir iki kuruşu toparlardım. Böylece yüz altınım oldu, hepsini yüzde dört faizle yatırdım. Cabadan dört altın kazandım. Bunları şıkırdattıkça öyle bir haz duyuyorum ki söylemekle bitiremem.”[7]

Goldoni ve Baronyan’ın “tarihsel misyonuna ihanet etmiş” burjuvazi analizinin en önemli unsurlarından birisi “dilenme” temasıdır. Goldoni bir yandan burjuvazinin metaya olan aşırı bağımlılığını ve ekonomik değer taşımayan konulara dönük ilgisizliğini eleştirirken diğer yandan onun dünyevi hazlara ulaşmak uğruna bazen anlamsız derecede savurgan oluşunu da hicvetmekten geri durmuyordu. Bu savurganlığın doğal bir sonucu da dilencilik oluyordu. Bu mesele Goldoni’nin Sayfiye Maceraları oyununda o denli abartılı noktaya varır ki II. Perdenin I. Sahnesinde yeni moda elbiseler almak isteyen sahibe, maaşını ödemekte zorlandığı uşağından borç istemeye başlar:

Vittoria: … Ne olursa olsun size güveniyorum, size itimat ediyorum.
Paolo: Bana mı?
Vittorio: Evet size, gelecek sene üst baş için alacağım paraya mahsuben bana biraz para ödünç verir misiniz?”

Burjuvazinin statü elde etmek için aşırı tüketim merakına saplanmasının bir sonucu olarak dilenci durumuna düşmesi, oyunun II. Perdesinin IX. Sahnesinde, ilk yazımızda değindiğimiz kapitalizmin lojiği ve psiko-lojiği arasında yaşanan bir tartışmada Fulgenzio tarafından mahkum edilir:

Fulgenzio: (Flippo’ya)… Görüyorum ki sayfiye mevsimi geldi mi, siz hemen her sene benden ödünç para almaya geliyorsunuz, sayfiyenin bütçenize dokunduğuna bariz bir alamet, ve sizin gibi namuslu ve refah içinde yaşayan, kendi parası kendine yeter bir insanın, rahatını bozup , fena bir şekilde sarf etmek üzere, ödünç para istemesi pek yazık.”

Elbette Baronyan’ın “dilencileri” çok daha sefil durumdadırlar. Osmanlı ülkesinde yaşanan mali krizin de etkisiyle müthiş bir yoksullaşma söz konusudur. Moliere’in ve Goldoni’nin çağından farklı olarak sanayi devriminin etkisiyle artık hegamonik bir nitelik kazanmış olan burjuva kültürü ve yaşam tarzının simgeleri olmalarına rağmen kendileri burjuva hayat sürdürmekte zorlanan yerli “dilenciler” hala toprağa bağlı bir ekonominin son mirasyedilerinden birisi olan ve Osmanlı koşullarında burjuvalaşması gündeme gelen toprak ağası Apisoğom Ağa’ya burjuva gibi yaşamanın maliyetli bir iş olduğunu anlatmaya çalışırlar. 19. Yüzyılın sonunda yaşanan tablo, parası olanın “burjuva yaşam standartları”ndan bihaber yaşadığı, burjuva kültürünün taşıyıcılarının ise beş parasız olduğu bir dünya sunar. Bu bağlamda ağaya kültür pazarlayan “dilenciler”, minimum geçim koşullarını sağlamak için yeteneklerini satmayı teklif etmektedirler. Oysa Ağa’nın bu alış verişe karnı tok gibidir:

Apisoğom Ağa: Bu insanların niyeti beni parmaklarında oynatmak ve cebimdeki son kuruşa varıncaya dek alarak beni soyup soğana çevirmek mi? Geldiğimden beri bir dakika olsun kendi başıma kalamadım. Daha biri çıkmadan diğer içeri dalıp para dileniyor. Nasıl da peş peşe dizilmişler öyle. Ben buraya ortalığa para saçmaya mı geldim? Bunlar ne utanmaz insanlar! Ben böylesini ne gördüm ne de işittim. Bunları başımdan defetmek istiyorum ama nasıl başaracağım? Nereden başlamalıyım? Sırf bu dilencileri gün boyunca benden uzak tutsunlar diye dört beş adam mı tutmalıyım? Şimdi bu insanları görmeyi reddedersem şehrin her yerinde benim dedikodumu yapacaklar, benim kaba ve saygısız, beş parası olmayan bir adam olduğumu ve Allah bilir daha neler söyleyecekler. Benim hakkımda böyle laflar etmelerini istemiyorum. Ne kadar berbat bir durumdayım Tanrım! Bu insanlar beni dolandırmadan önce en iyisi tez vakitte bir kız bulup gemiye atlayıp eve gitmek. Artık dayanamıyorum, bu durum insanı çatlatır vallahi! Üç-beş kuruş kazanmak için eşekler gibi çalış, kan ter içinde kal ve sonra buraya gel, kazandıklarını öğretmenlere, şairlere, doktorlara, editörlere ve Tanrı bilir daha kimlere dağıt! Böylesi nerede görülmüş, nerede duyulmuş?” (II.Perde, IX. Sahne)

Osmanlı başkentinde kol gezen en önemli tehlike “beleşçilik”tir. Apisoğom Ağa bir restoranda yediği yemeğin hesabını görünce küçük dilini yutacak gibi olur:

Apisoğom Ağa: 176 kuruş! Ben o kadar yemedim ki!
Avukat: Hayır, siz yemediniz ama yemeğe misafirleriniz vardı.
1. Misafir: Yemeğimizin hesabını Apisoğom Ağa’ya ödetmemiz utanç verici bir durum.
2. Misafir: Çok haklısın. Bizim de ona yemek ısmarlamamız gerekir.
3. Misafir: Nezaketsizliğimizi maruz görün. Bir dahaki sefere bizim misafirimiz olacağınıza söz verin.” (II. Perde, VIII. Sahne)

Sayfiye Maceraları’nın ilk perdesinin III. sahnesinde alaya alınan kasaba doktoru bize Baronyan’ın Haşmetlü Dilencileri’nde hicvedilen “aydınlanmış Ermeni” karakterlerini anımsatır:

Beltrame: Ben sizleri kabul edecek vaziyette değilim. Efendim kahvesini, çikolatasını dışarda içiyor, bizim evde kokusu bile yok…
Paolino: Efendiniz doktor, Montenero’nun belediye doktoru değil mi? (…) Dün çikolatasını içmeye bize geldi.
Brigida: Size mi? Bizde de içti.
Tita: Ya ben size bizde de içtiğini söylersem.
Birigida: Allah şifa versin doktora.
Paolino: Bu sabah herhalde gene aynı şekilde ev ev dolaşacaktır.”

Özellikle “tarihsel misyonuna ihanet etmiş”, aşırı derecede materyalistleşmiş burjuva karakterlerle bunların Osmanlı’daki iz düşümlerinin yorumlanmasındaki bu bariz etkilenime rağmen Baronyan’ın eserleri olabildiğince yerli ve özgündür. Baronyan’ın Goldoni ile olan ilişkisi, başarılı birer uyarlamacı olmalarına rağmen Teodor Kasap ya da Ahmet Vefik Paşa’nın Moliere ile girdikleri etkileşime oranla çok daha derinlikli bir nitelik arzeder. Bu bağlamda Strehler’in Goldoni ve Brecht’i karşılaştırırken yaptığı şu tespit adeta Baronyan’ın Goldoni ile kurduğu ilişkinin özgünlüğünü açığa çıkarmak amacıya kaleme alınmış gibidir: “Estetik ve biçimsel bir formülden kaynaklanan bir şey onları birleştiriyor: Canlı, derinlere kök salmış merak ve çevresindeki yaşamın çok yönlü gerçekliğine bağlı olan tiyatro yapma yeteneği, tiyatroyu dural bir mekan olarak değil, tersine tarihsel bir dönemin mekaniği olarak tasarlama yeteneği.”[8] Baronyan’ın, sanatsal üretimini son derece olumsuz etkileyen siyasi baskılara rağmen kendi çağının önünde olmasını sağlayan da bu karakteristiğiydi herhalde.



[1] Hatırlanacağı gibi 2010 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde BGST ve Aras yayıncılık ortak girişimiyle düzenlenen Baronyan Günü’nde okuruyla buluşmak üzere yazarın Şark Dişçisi adlı oyunu Türkçeye çevrilmiş ve Aras yayıncılık tarafından yayınlanmıştı. Bu oyun daha sonra Engin Alkan rejisiyle İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları repertuvarına taşınmıştı –oyunla ilgili bir değerlendirme için bkz. Şark Dişçisi Ya da Katmerli Lazzi. Yazarın diğer oyunlarını da okurlarla buluşturmaya dönük BGST Yayınları ve Anadolu Kültür Vakfı işbirliği ile oluşturulan bir proje önümüzdeki günlerde hayat bulacaktır.
[2] Kevork Bardakjian; “Baronyan’ın Moliere’e Borcu”, Mimesis Tiyatro Çeviri ve Araştırma Dergisi, sayı 17, s. 159-186.
[3] Kevork Bardakjian, Hagop Baronian’s Politikal and Social Satire (yayınlanmamış doktora tezi), Oksford 1978, sf. 10, 8 nolu dipnot.
[4] Giorgio Strehler, “İnsanca Bir Tiyatro”, Mitor Boyut Yayınları, İstanbul 1995, s. 68.
[5] Konuyla ilgili daha ayrıntılı bir analiz için bkz. İki İstanbul: Baronyan’ın ve Apisoğom Ağa’nın İstanbulları başlıklı yazının ekonomiyle ilgili bölümü.
[6] Hagop Baronyan, “Haşmetlü Dilenciler”, Ayşan Sönmez’in Jack Antressian’ın İngilizceye yaptığı adaptasyondan yaptığı yayınlanmamış çeviri.
[7] Goldoni, “Yabanlar”, MEB Yayınları, İstanbul, 2.p 5. s.
[8] Giorgio Strehler, “İnsanca Bir Tiyatro”, Mitor Boyut Yayınları, İstanbul 1995, s. 72.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder