19 Mayıs 2009 Salı

Bir Tiyatrocu Olarak Neden 18 Mayıs Yürüyüşüne Katılmadım?

Birkaç gündür çeşitli basın yayın organlarında duyurusu yapıldığı üzere çok geniş bir kesimden temsilcilerin katıldığı bir grup tiyatro insanı 18 Mayıs günü Taksim’de bir yürüyüş organize ettiler. Yürüyüşe davet niteliği taşıyan ve uzun süre internet üzerinden dolaşıma sokulan bir metinde yürüyüşte Kullanılacak çeşitli sloganlar şu şekilde özetlenmişti:

“Yargı siyasallaşıyor. Seyirci kalmayın.”
“Çağdaş eğitim her gün darbe yiyor. Seyirci kalmayın.”
“Onlar-bizler diye kutuplaştırılıyoruz. Seyirci kalmayın.”
“Laik Cumhuriyet tehlikede. Seyirci kalmayın”
“Bilimin ışığı karartılıyor. Seyirci kalmayın.”
“İnsanlık onuruna saygı! Bu hasret bizim.”
“Adalet! Bu hasret bizim.”
“Aydınlık yarınlar! Bu hasret bizim.”
“Kul değil yurttaş! Bu hasret bizim.”
“Düşünce özgürlüğü! Bu hasret bizim.”

Aynı çağrı metninde yürüyüşün Galatasaray Lisesi önünden başlatılıp, Taksim’deki Atatürk anıtına çelenk bırakılmasıyla sona ereceği de bildirilmekte. Bu yürüyüşün 19 Mayıs öncesine denk getirilmesi ve hafta sonu düzenlenen Cumhuriyet mitingiyle de arka arkaya gelmesi verilmek istenen mesajın niteliği ve yürüyüşe katılan tiyatrocuların seçtiği duruş konusunda hiç şüpheye yer bırakmamakta.

Taraf gazetesinde aslen ekonomi-politik yazıları yazan ama sık sık uzmanlık alanını aşarak Türkiye’deki farklı toplumsal kesimler üzerine oldukça parlak sosyal analizler de yapan Cemil Ertem, 15 Mayıs tarihli yazısını yeni gelen miting dalgası bağlamında Türkiye’deki orta sınıfa ayırmıştı: Yazı “Orta Sınıfın Diktatörlük Talebi” başlığını taşıyordu. Ertem, yazıda Türkiye’deki orta sınıfın söz konusu mitinglerle ortaya koymaya çalıştığı talebin niteliğini şu şekilde özetliyordu: “Çok açık olarak bu talep, orta sınıfın elinin altından kayan gücünü koruma içgüdüsüdür. Sanıyorum dünyada küreselleşme karşısında, en çok korku duyan kesim Türkiye’dedir ve bu sınıftır. Çünkü Türkiye’de seçkin, okumuş ve bir meslek sahibi orta sınıfın konumu, iki temel gelişme çerçevesinde şimdi bulunduğu yerden çok daha aşağıya inecektir. Birincisi, Türkiye’de bu kesimi temsil eden asker-sivil bürokratik yapı geleneksel iktidar ağlarını yitiriyor ve iktidar bloğundan tasfiye oluyor. İkincisi ise bu kesimlerin küreselleşen bir dünyada şimdiye kadar elde ettikleri mesleki becerileri kullanıp, bırakın şöhret olmayı, karınlarını doyurma şansı bile yok. Bu yapının çok geniş ve örgütlü bir açılımı var. Türkiye sınırları içinde şöhret olmuş aydın ve sanatçılardan meslek odalarına, sendikalara, “sol” siyasi partilere kadar uzanan bir açılım bu.”

Yazar bir ekonomi-politik analisti olarak kendi uzmanlık alanı içerisinden yaptığı bu gözlemi daha da ileri götürüp sanat tarihçiliğinin alanına doğru kaydırmaktaydı: “Türkiye’de bu kesim, burjuvazinin yerine Türkiye’ye özgü sahte bir Rönesans üstlendi ve yürüttü. İşte cumhuriyetçi hatta “solcu” Türk aydınları için sorun tam da budur. Örneğin bu kesimin içinden bir Picasso’nun çıkması imkânsızdır. Çünkü işlevleri ve misyonları, Batı aydınlanmasını, kendi iktidarlarını ve konumlarını daha da pekiştirerek, gerçekleştirmektir. Einstein’ın gözle görünmeyen atomları, Freud’un, yine elle dokunulmayan bilinçaltı serüveni, görelilik kuramı ve psikanaliz yeni bir düşünsel ve bilimsel devrimin kapılarını açtı. Bu devrim, Rönesans düşüncesi ve perspektifinin bir aldatmaca olduğunu, gerçek olanı göstermediğini de anlatıyordu. Bunu, resimde de Picasso gibi sanatçılar ortaya çıkaracaktı. Rönesans bize gerçeği gösteriyordu ama yalnızca bir açıdan. Örneğin Kübizm’in en önemli Picasso yapıtlarından sayılan Avignonlu Kızlar’ı ele alalım. Rönesans için Avignon kızları yalnızca fahişedir, o kadar. Ancak Picasso düşünsel devrimin, Rönesansı da aşan, görsel dilini geliştirdi. O, resmin gerçeğe ne kadar yakın olursa o kadar gerçekten uzaklaşacağını düşünüyordu. Böylece “anlaşılabilenin” ötesine geçti. Picasso devrimi, karmaşık ve zorlu bir sürecin sonucuydu. Türk aydınları bir Picasso devrimi yapamadılar, yapamazlardı. Çünkü başından beri düşsel güçleri ideolojik olarak burjuva aydınlanmasıyla sınırlanmıştı. Burjuvazinin yokluğunda onun ideolojik ve kültürel örgüsünü tamamlamak, yani gerçek anlamda sınıf olmadan kendini sınıf yerine koymak oldukça güç bir iştir ve mutlaka devlete dayanmayı, muhalefet etseniz bile, örtülü bir iktidar ortaklığını gerektirir. Bundan dolayı, onlar için cumhuriyet demokrasiden çok daha önemlidir. Hatta demokrasinin “fazlası” onları halka rağmen yürüdükleri “aydınlanma” yolunda zorlayacak bir engeldir.”

Ertem’in yazısını okuduğumda bir tiyatrocu olarak bir süredir üzerinde düşündüğüm bir noktanın yukarıdaki analizle örtüştüğünü fark etmek şaşırtıcı gelmedi: Türkiyeli orta sınıf tiyatrocular, yukarıda tarihsel misyonu ve niteliği açıkça ortaya konan zümrenin en aktif üyeleri olarak bir Brecht devrimini yapmaktan da oldukça uzakta görünmektedirler. Türkiye’de, yerli tiyatrocular tarafından Brecht üzerine 1960’lı yıllardan itibaren çokça yazılmış olmasına rağmen, “Isis Press” tarafından İngilizce olarak yayınlanan “Türkiye’de Brecht 1955–1977: Bertolt Brecht’in Türkiye’de Toplum ve Devrimci Tiyatro Üzerindeki Etkisi” (Brecht in Turkey 1955-1977: The Impact of Bertolt Brecht on Society and the Development of Revolutionary Theater in Turkey) adlı eseriyle konu hakkında en kayda değer eseri veren kişi Albert Nekimken’dir. Yazar Türkiye’de Brecht’in bıraktığı etkiyi kapsamlı bir biçimde inceledikten sonra şu sonuçlara varır:

i) Brecht’i sahiplenen sol eğilimli tiyatrocular onun oyunlarını, birebir onun direktifleriyle sergileme eğilime girerek özgünlük sorunsalını ihmal etmişler, Türkiye’nin koşullarına uygun bir politik tiyatro deneyimi ortaya çıkarma konusunda fazla yol alamamışlardır; aslolan tiyatro değil devrimin hizmetindeki tiyatro olduğundan oyunların teatral değerinden çok verdiği mesajı öne çıkarmışlar, entelektüel boyutu estetik boyuta yeğlemişlerdir; Brecht’in şair kimliği kuramcı kimliğinin gölgesinde kalmış bu da ortaya çıkan ürünlerin kuru ve duygusuz olmasına neden olmuştur.

ii) Brecht’i ulusal tiyatro açısından dış kaynaklı bir tehdit olarak değerlendiren sağ eğilimli tiyatrocular ise onu, sol eğilimli meslektaşlarının yukarıda sözünü ettiğimiz eksik algılaması içerisinden eleştiriye tâbi tutmuşlardır.

Ancak Nekimken şunu da belirtir ki tüm bu tartışmalar uç noktada kutuplaşmış bir politik ortam içerisinde gerçekleşmekteydi ve silahların konuşmaya başladığı bu tip bir ortamda sanatsal tartışmaların çok geri planlara itilmekteydi. Yazarın diğer bir saptaması da Brecht’i referans yapan yaklaşımın halka ulaşmakta başarısız olduğu yolundadır. Bunun ağrılıklı nedenlerinden birisi hükümetin sol tiyatro üzerindeki baskısıdır ama bunun dışında farklı etmenleri de gözönüne almak gerekir:

i) Öncelikle Türkiye’de ne Cumhuriyet öncesinde, ne de Cumhuriyet sonrasında diyalektik düşünce biçimi geniş bir kabul görmemiştir. Eğitim sistemi içerisinde diyalektik mantığa yer yoktur ve toplumsal bilinç içerisine nüfuz edememiştir. Dolayısıyla Brecht oyunlarının diyalektik yaklaşımı popüler bir nitelik taşımaz.

ii) Türkiye’de Brecht deneyimi geleneksel halk tiyatrosunun yeniden keşfine de yol açmıştır. Tiyatro dünyasının insanları bu geleneksel ürünlerde Brechtyen nüveler bulduklarına inanıyorlardı. Halbuki Nekimken’e göre bu geleneksel türler incelendiklerinde uç noktada biçimci (formalist) oldukları görülecektir. Dolayısıyla Türkiye’deki Brecht algılaması da bu biçimciliğin etkisi altında kalmaktan kurtulamamıştır. Bunun ötesine geçen ve öz açısından Brecht’in tiyatrosuna daha yakın denelemeler gerçekleşmişse de, bunlar da halk tiyatrosunun popüler formlarından uzaklaştıkları için halktan uzak ve daha çok orta sınıf entelektüellere hitap eden ürünlere dönüşmüşlerdi.

Sonuçta Nekimken sözlerini askeri terminolojiden destek alarak tamamlar: Brecht Türkiye’de oyun yazarlığına yaptığı katkıyla bir muharebe kazanmıştır, ama genel anlamda savaşı kaybetmiştir. Bu yazının yazılmasına vesile olan yürüyüş çağrısı Nekimken’in bu değerlendirmelerinin en önemli kanıtlarından birisi olduğu kanatindeyim. Gerçek hayatta gerçekleştirilen toplumsal bir jestin bile dramaturjisi yapılamadıktan sonra tiyatrocularımızdan sahne üzerinde gerçekleştirilen kurgusal bir jesti politik bir bakış açısıyla yorunlamalarını nasıl bekleyebiliriz? Kesin olan şudur ki tiyatrocular olarak iktidarla -hükümetten bahsetmiyorum, çünkü Türkiye’de hükmetlerin iktidar olmadığı bugün artık çok geniş bir kesim tarafından kabul görümüş durumda- kurduğumuz ilişkileri sorgulamadan soyunduğumuz her politik rol, ciddi oranda iktidarlara hizmet etme tehdidi içermektedir. Yürüyüşe katılmayacağını açıklayan Zeynep Tanbay’ın da dediği gibi: “Keşke 18 Mayıstaki yürüyüşe katılmayı düşünen sanatçı arkadaşlarım demokrasinin tüm kurumlarıyla ve gerçek anlamda işlediği bir ülkede yaşama özlemlerini dile getirmek için bir eylem yapsalardı. Eğer böyle olsaydı kesinlikle çok kalabalık olurduk. Bu ülkede sanatçıyım diyen insanların tüm kanıtlar ortadayken hâlâ Ergenekon’un bir aldatmacadan ibaret olduğunu düşünmeleri bana inanılmaz geliyor. Kendine sanatçıyım diyen ve sistemin ürettiği her türlü pisliğe karşı çıkması gereken insanların böyle bir yürüyüşe katılmalarını esefle karşılıyorum.” (Taraf-17.05.2009)

18 Mayıs yürüyüşüne bu düşüncelerim nedeniyle katılmadım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder