Gezi’den sonra hiçbir şeyin aynı kalmayacağı söyleniyordu. Ne oranda doğru olduğunu henüz tam olarak bilemiyoruz. Gezi yaşam tarzına yapılan müdahalelerden bunalan seküler kesimin bir patlaması mıydı, yoksa yeni bir direniş geleneğinin habercisi mi? Henüz yanıt verecek durumda değiliz. Bir süre daha gözlem yapmaya ihtiyacımız var.
Bununla birlikte Gezi‘ye rağmen tiyatromuzun örgütlenmesi konusunda süregiden tartışmaların niteliği ve bu süreçte yıllardır sergilenen kimi jestlerin istikrarlı tekerrürü meselelerinde bir değişme olmadığı kesin gibi. Bunun son örneği DirenTiyatro adlı bir mail grupta yaşandı. Konuyu takip edenler Mimesis Portal’de yayınlanan Özgür Eren imzalı DirenTiyatro, Ama Artık Diren! başlıklı yazının ardından Sanatçılar Girişimi imzasıyla yayınlanan Sanatçılar Girişiminden Zorunlu Açıklama başlıklı bildiriden haberdar olmuşlardır. Söz konusu açıklama Mimesis Portal’in haber sayfalarında “Sanatçılar Girişimi’nden İlginç Açıklama” başlığıyla yayınlanmıştı.
Bu açıklamanın Mimesis haber editörlerine ilginç gelmesi anlaşılır bir durum ama geçmişte Türkiye Tiyatrolar Birliği ve Tiyatrolar Kurultayı tartışmalarına katılmış birisi olarak bana çok “ilginç”gelmediğini açıkça belirtmeliyim. Malum her iki deneyimde de belirleyici olmuş, “kesişen özneler” söz konusu ve bir anlamda “tarih tekerrürden ibarettir.”
Türkiye Tiyatrolar Birliği ile yaklaşık on yıl boyunca aktif bir öznesi olduğum İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu arasındaki ilk ilişkiler 2009 yılında başlamıştı. Önce Urla’da düzenlenen Türkiye Tiyatrolar Buluşması’nda bazı tartışmalar yürütülmüş, ardından çeşitli kereler yüz yüze görüşülmüştü. Sonuçta o dönemde IATP-Girişim adı altında buluşan gruplar TTB’ye katılma ve örgütün İstanbul seksiyonunu oluşturma kararını almışlardı. Sonraki günlerde Türkiye Tiyatrosu uzun süredir görülmemiş bir hareketlilik yaşamış, çok çeşitli kesimlerin ilgi gösterdiği geniş katılımlı iki kurultay organize edilmişti. Ardından “Tiyatroma Dokunma” başlığı altında bir kampanya organize edilmiş ve tiyatroda ifade özgürlüğü sorununun üstüne gidilmeye çalışılmıştı. Bu vb. girişimler TTB’yi alternatif bir çekim odağı haline getirmişti. Ama sonuçta TTB spontane olarak ortaya çıkmış ve henüz kendi iç işleyişini kuramamış bir yapıydı. Dolayısıyla yeni katılımlarla genişleyecek ve Türkiye Tiyatrosu’nun tüm sorunlarına bir süper kahraman gibi meydan okuyacak bir gücü yoktu.
Bizler İATP’li gruplar olarak bu aşamada aceleci davranmanın örgütün demokratik işleyişine zarar vereceğinin bilincindeydik. Bu yüzden süreci daha sağlıklı yürütme adına önce, “demokratik temsiliyet”, “karar mekanizmalarını katılımcı işletilmesi” gibi temel konularda ortak işleyiş ilkeleri oluşturmayı önermiştik. Aldığımız yanıt, üslup ve yaklaşım olarak, aşağı yukarı Sanatçılar Girişimi bildirisindeki şu tavrı çağrıştırıyordu: “Durumu ‘temsiliyet’ tartışmasına kilitleyerek, oluşturulan yazışma grubu üstünden önderlik pozisyonları çıkarmak, bizim çalışma-üretme ve mücadele etme anlayışımız ile örtüşmemektedir.” Kısa ve öz. Bu ayrıştırıcı saptamanın ardından yapılan teklif de bir o kadar yaratıcı: “Bu anlamda, kendilerini bu birlikteliğin içinde görmeyen her yapı ve birey buradan ayrılmalıdırlar.“1
Gezi’yi referans alarak DirenTiyatro diye bir iletişim ağı kuruyorsunuz ve ortaya çıkan tartışmalar gösteriyor ki 2010′dan bu yana bir arpa boyu yol alınamamış. Kendini tiyatro alanında ortaya çıkan her türlü alternatif girişimi likide etmeye adamış olan ve kökleri oldukça eskiye dayanan bir yaklaşım varlığını sürdürdükçe de alınamayacaktır zaten. Söz konusu yaklaşımı daha yakından tanımak için, bir parantez açıp Micheal Albert’in znet-turkiye.org’da yayınlanan “Koordinatörizm” başlıklı makalesine bakmak yeterli olacaktır. Albert makalesinde Sol’un çocukluk hastalıklarından birisinin analizini yapar ve geçmişteki deneyimlerde entelektüellerin “sözde sosyalist” bir sistem içerisinde nasıl olup da ekonomik paylaşımda pay dağıtan unsurlara dönüştüklerini mercek altına alır. Tespitleri çarpıcıdır: “…işçiler Doğu’da da aynen Batı’da olduğu gibi talepte bulunup taleplerini nadiren elde etmek suretiyle ne alabiliyorlarsa onu alırlar. Tek fark, Batı’da kapitalistlerden talep ederken Doğu’da koordinatörlerden talep ediyor olmalarıdır.” Makalenin ilerleyen bölümlerinde somut bir örnek vermek için Rus Devrimi ele alınır ve Bolşevik model üzerinden, “Rus devriminin liderlerinin eşitlikçilik ve katılımcılık karşıtı fikirlerini örneklerle açıklamaya” girişilir. Özellikle Lenin’den yapılan alıntı bu konuda çok açık bir tavra işaret eder: “Sosyalizmin merkezi üretim kaynağı ve temeli olan geniş ölçekli makine endüstrisi kesin ve katı bir irade bütünlüğü gerektirir… Tam irade bütünlüğü nasıl sağlanabilir? Binlerce kişinin kendi iradelerini bir kişinin iradesinin hakimiyetine sokmasıyla.” Peki o kişiler kimlerdir? “Müdürler, plancılar, mühendisler ve … tahsisat için merkezi planlama ya da pazarları kullanarak işi tanımlayan” diğer entelektüeller. Yani koordinatörler.
Albert bu noktada Bolşevik modeli eleştirmek için en az Lenin kadar önemli bir başka figüre gönderme yapar, Rosa Lüxemburg: “Gerçekten devrimsel nitelik taşıyan bir işçi hareketi tarafından yapılan hatalar, en iyi Merkez Komite’nin doğru kararlarından bile çok daha verimlidir.” Ve sonra da kendi tezini ortaya koyar: “Geriye kalan soru, işçilerin ve tüketicilerin öz örgütlenmesi ve kolektif özyönetimlerine dayanan verimli, eşitlikçi, ekolojik olarak sağlıklı bir ekonomik sistem yaratıp yaratamayacağımızdır.“
Parantezi kapatıp konuya geri dönmek gerekirse şu söylenebilir: Özgür Eren’in yazısında anlatılanlarla 2010′da TTB ile yaşadığımız kısa birliktelik sırasında gözlemlediklerimin net biçimde örtüşmesi tesadüf değil. Her iki durumda da ön plana çıkan özne ve davranış tipi, Albert’in farklı bir bağlamda Sol içerisindeki varlığını analiz ettiği koordinatörizmin, sanat alanındaki karşılığı olmaktan öteye gidemiyor: Kendilerini sanat alanındaki “irade” olarak tanımlayan ve eteklerinin dibinde dolanıp duran amatör/alternatif yapılardan büyük devrimci projeler uğruna kendi iradelerini daha “yüce” bir iradeye teslim etmelerini bekleyen, aksi bir davranış sergilediklerinde onları “baş olmaya çalışmak”la suçlayan sanat koordinatörleri.
Sanatçılar Girişimi’nin ilginç açıklamasına gelince, bu açıklamada “baş olmaya çalışmak”la “itham” edilen ve kibarca “ya sev ya terk et” denilen BGST, bir bildiri yayınlayarak konuya yönelik tavrınışu sözlerle ortaya koydu: “Demokratik ve katılımcı temayüllerin benimsendiği karar alma ve eylemlilik süreçlerinde insanlar, kararlara o kararlardan etkilendikleri oranda dâhil olurlar. Biz de bu yıl bakanlık fonu başvurusu reddedilmiş bir grup olarak, bu politikaya tepki duyan diğer gruplarla ilişki içinde bir eylemlilik geliştiriyoruz. Dolayısıyla Sanatçılar Girişiminin BGST’ye yönelik ithamını kale almadığımızı belirtmek isteriz.” Buradaki tartışma çok açıktır: Sanatçılar Girişimi adına yazan kalem “biz büyük emellerin peşindeyiz, iradenizi teslim edin, inisiyatif almayın, ayaklar olarak baş olmaya çalışmayın” diyor. BGST ise taban örgütlenmesinden, katılımcılıktan ve demokrasiden bahsediyor. Kısacası “benim derdim yüksek siyaset yapmak değil, ben belli bir hak mahrumiyetinin mücadelesini birlikte vereceğim yoldaşlar arıyorum” diyor.
Aslında lafı dolandırmaya hiç gerek yok. Geçmişte farklı bir bağlamda TTB içerisinde, bugün DirenTiyatro platformunda sürdürülen tartışma gerçekte yukarıdaki kısa ve öz yaklaşım farklılığından ibarettir. Tarih tekerrür etmektedir ama ilkinde bir ölçüde trajikti şimdiyse tümüyle hiciv mertebesindedir.
Not: Siyasi koordinatörizme sahne üzerinden yöneltilmiş bir eleştirinin nasıl olabileceğini merak edenlere, Engin Alkan’ın yönettiği Vişne Bahçesi’ni izlemelerini önerebiliriz. Müzmin öğrenci ve geleceğin koordinatör adayı Trofimov tiplemesi dikkatle incelendiğinde yazar ve yönetmenin el birliği yaparak sahneye taşdıkları dramturji zihin açıcı olabilir.
1 Bu aşamadan sonra İATP-Girişim grupları TTB’den ayrılmuş ve bir ayrılma deklarasyonuyla sürecin anaizini yapmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder