7 Eylül 2007 Cuma

“BRECHT DE BÖYLE YAPMIŞTI...” Tiyatrocular ve Alternatif Cinsel Politika

Yıllar önce ATÇ içerisinde yürütülen ve ciddi bir ayrışmanın yaşanmasına neden olan “tiyatroda çalıştırıcı etiği ve cinsel taciz” tartışmaları sırasında yaptığımız toplantılardan birisinde Mehmet Esatoğlu’nun kendisine yönelik suçlamaları yanıtlarken şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bunlar her zaman olmuştur. Brecht de kendi döneminde bu tür eleştirilerin hedefi olmuştu.”

Tiyatro literatürünü ciddi biçimde değiştiren, yapıtları ve yürüttüğü tiyatro pratiğiyle yirminci yüzyılın sanat anlayışına önemli bir damga vuran öncü bir sanatçının, böylesi bir konuda referans noktası yapılması ilk başta şaşırtıcı gelmişti. Ancak gerçekten de “Brecht ve kadınları” şeklinde -zaman zaman da entelektüel bir magazin malzemesi olarak- ele alınan böylesi bir fenomenin varlığından söz etmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Brecht ve kendi kuşağı ilk Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan devrimci kaos anında Almanya’da siyasi bir devrimi yaşatmayı başaramasalar da kendi yaşam pratikleri içerisinde ciddi bir “kültürel devrim”i hayata geçirdikleri duygusuna kapılmışlardı. Söz konusu “devrim” anne ve babaların kültürüne tüm yönleriyle karşı çıkmak anlamına geliyordu ve cinsel devrim de bu kültürel devrimin en önemli, diğer bir deyişle en radikal ve kamusal alanda en yoğun görünen parçası olarak kabul ediliyordu: tek eşliliğe karşıtlık, biseksüellik, aileye ve evliliğe duyulan nefret. Yirmili yaşlarında genç bir nihilist olarak Brecht’in, akranları olan kız ve erkeklerle yürüttüğü cinsel serüvenlerinin hayatının ne denli merkezine yerleştiğini görmek için günlüklerine bakmak yeterli olacaktır: Brecht bu günlüklere farklı kadınlardan sahip olduğu çocukların etrafında dolanıp durduğu bir gelecek hayal ettiğini yazıyordu. Elbette ki bunlar çocukça hayallerdi: İlk oğlu Franck’ın bakımını üstlenemediği için çocuk annesi Paula Banholzer’in akrabaları tarafından yetiştirildi ve ilerleyen yıllarda artık pek bir ilişkisi kalmadığı babasını “kovalayan” Nazi birliklerinden birisi içerisinde Rus cephesinde öldü.

Brecht ilerleyen yıllar içerisinde sosyalizmle tanışıp, entelektüel anlamda güçlendikçe olgunlaştı ve gençliğinin bohem yaşantı tarzından kurtularak toplumsal dertleri olan bir sanatçıya dönüştü. Ancak kendi kuşağının yeşerttiği bu cinsel davranış biçimlerini hiçbir zaman sorgulamadı. Hayatını paylaştığı değişik kadınlara, yaşadığı hayat biçiminin burjuva ahlakını hiçe sayan özgürlükçü bir yönü olduğunu söylüyordu. Brecht’e bir öğretmen, kendi ufuklarını açan bir deha olarak bakan ve ona hayranlık duyan bu genç kadınlar da durumu kabulleniyorlardı. Ancak bu açıdan bakıldığında Brecht’in hayatından geriye kalanlar pek de iç açıcı değildir: birinci kadın olarak tüm sürgün hayatı boyunca Brecht’i sırtında taşımış bir Helena Weigel ve onunla rekabet içerisinde olan, birbirlerinden kimi zaman yüz yüze bakamayacak kadar nefret eden, içlerinden birisi intihar girişiminde bulunmuş, bir diğeri Brecht ve ailesinin peşinden giderken Rusya’daki bir senatoryumda ölmüş, depresif bir kadınlar grubu. Devrimci bir sanatçı olarak Brecht’in kendine has “cinsel etiğinin” ciddi bir eleştirisi, ancak feminist hareketin yükselmesiyle birlikte gündeme gelecektir: Bir yandan Brecht’in tiyatral estetiği ve kuramı politik bir feminist tiyatronun inşası için kullanılırken, diğer yandan onun karşı cinsle kurduğu ilişki biçimi eleştirel bir bakış açısıyla mercek altına alınacaktır.

Bu yönüyle ele aldığımızda devrimci kültürün önemli ikonalarından birisi olarak Brecht, gerçekte sol muhalif kültür içerisinde, özellikle sanatçı kesim arasında yaygın olan önemli bir sorunu gündemimize taşır: Cinsel yaşamın kuruluşunda her iki cinsi de mağdur etmeyecek politik ve etik bir tutumun eksikliği. Sol kültür içerisindeki bu eksikliğin, gerçekte erkek egemen tavrı korumaya dönük gizil bir direnişten kaynaklandığını iddia eden Dario Fo’nun o güzel oyununu, “Açık Aile”yi hatırlayalım. Dramaturji açık ve nettir: “Cinsel devrim” adı altında erkeğin kendisi için yarattığı özgürlük alanı kadın için bir mahkumiyet alanına dönüşmektedir ve erkeğin özgürlüğüne özenen kadın, bu özgürlüğü yaşayamamasının nedenlerini kendi yetersizliklerine bağladığı oranda güçsüzleşmekte ve kişilik çözülmesine uğramaktadır. Oyunun kadın karakterinin metaforik bir söylemle dile getirdiği gibi: Bu ilişki sadece bir taraftan açık olabilir, eğer iki tarafı da açık olursa cereyan yapar.

Esatoğlu’nun yıllar önce karşılaştığı suçlamaları savuşturmak için, sol muhalif kültürün önemli bir ikonasına referans yapması tesadüf değildi. Çünkü aslında bu sayede bir geleneği arkasına alarak konuştuğunun, karşıt sesleri “sizler aslında muhafazakar ahlakın sınırları içerisindesiniz” diyerek susturabileceğinin farkındaydı. Gerçekte karşısında örgütlü bir kadın hareketi olmasaydı işe yarayacağı düşünülebilecek bir yaklaşımdı bu. Belki de daha önce işe yaramıştı da. Sonuçta bu tartışma ATÇ’de bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu ortaya koydu ve bir dönem için Esatoğlu’nun ortalıklardan kaybolmasına neden oldu. Ancak ilginç olan oydu ki aradan geçen yılların yine Esatoğlu’nu haklı çıkardığı fark edildi: Bir süre sonra kendisinin yaşananlarla ilgili hiçbir özeleştiri vermeden kimi sol muhalif kurumlar arasında gezinmeye devam ettiğinin duyumları alınmaya başlandı. Bu, olaylardan açıkça haberdar olmalarına rağmen onu kurumları bünyesine dahil eden yöneticilerin yaşananlar karşısında en az Esatoğlu kadar duyarsız olduklarının bir kanıtıydı belki de. Ya da yazının başından beri etrafında dolanıp durduğumuz muhalif çevrelerde yaygın cinsellik algısının sınırları dahilinde, Esatoğlu’nun sergilediği davranış biçiminin çok da sorunlu bulunmadığının, hatta belki de belli oranda onaylandığının bir göstergesiydi. Belki Esatoğlu’ndan zaman zaman rahatsız olunduğu da oldu, ama belli ki ahbap çavuş ilişkileri içerisinde ona hep göz yumuldu. Ta ki son Barışarock organizasyonunda bir grup aktivist artık bu duruma göz yummayacağını ilan edene dek.

Son gelinen noktada, Brecht vakasında olduğu gibi, Esatoğlu vakasında da alternatif bir yaklaşım için gereksinim duyulan fırsat, ancak örgütlü kadınların sesi işitilmeye başlandığında ortaya çıkmış oldu. Muhalif kurumlarda çalışan erkek tiyatroculara gelince: Artık Esatoğlu’nu sahiplenerek dayanışma adı altında “ben de tacizciyim” bayağılıklarına kapılmak yerine, tüm o devrimci cilanın altında yatan karşı cinse egemen olma, maço tabirle “dizginleri elinde tutma” kültürüyle hesaplaşma zamanı geldi. Brecht’e falan referans yapmaya hiç gerek yok! Eğer alternatif kültür, kendi alternatif cinsel politikalarını örgütlemezse, o alanı pop-starların magazin dünyası belirlemeye devam edecek.