29 Nisan 2010 Perşembe

İATG: TİYATRODA ÖRGÜTLENMENİN PEŞİNDE KOŞAN FESTİVAL

İstanbul Amatör Tiyatro Günleri (İATG) 2010, 2 Mayıs Pazar günü start alıyor. Bu yıl 19. kez düzenlenecek olan İATG, Türkiye’de düzenlenen çeşitli festivaller içerisinde organizasyon biçiminin taşıdığı alternatiflikle ön plana çıkmakta. Ancak ne yazık ki bugüne kadar bu yönüyle hiç mercek altına alınmadı.

İATG’nin 1985’lerde başlayan macerası açıkça ortaya koymaktadır ki bu tiyatro organizasyonu en başından itibaren kendi varoluş amacını tiyatroda örgütlenmenin peşinde koşmak olarak belirlemiştir. 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BÜO) tarafından ilk kez düzenlenen 1. İATG, “ülkede amatör sanatın kurumsallaştırılması için atılmış mütevazı bir adım” olarak görülmekteydi. BÜO tarafından gerçekleştirilen 3. ve son İATG ise sloganını “Bu bir birlik çağrısıdır” şeklinde belirlemişti. Aslına bakılırsa 12 Eylül’ün baskıcı ortamında tiyatro yapmak için biraraya gelmenin bile ne kadar zor olduğu düşünülürse üç yıl boyunca Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu buluşmaların ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Ancak BÜO, 1966’dan beri sürdürülen ODTÜ Şenliği ya da 1980’lı yılların başından beri Sarıyer Halk Eğitim Merkezi tarafından kesintisiz biçimde organize edilen Boğaziçi Tiyatro Festivali gibi tek bir tiyatro topluluğunun ismiyle özdeşleşmiş bir festivalİ sürdürmeyi tercih etmedi. Çünkü İATG fikrinin doğuşunda söz sahibi olan kadrolar için bir tiyatro festivali düzenlemek kendi başına hiçbir zaman bir amaç olmamıştı. Önemli olan bu buluşmaları kalıcı birlikteliklere dönüştürmenin yollarını araştırmaktı. BÜO tarafından organize edilen şenliğin iptal edilmesinden yıllarca sonra Mimesis’in 5. Sayısında Ömer Faruk Kurhan’la yapılan bir söyleşide şöyle denilmekteydi: “ BÜO olarak şu karara vardık: Yeni bir şenliğin çok farklı koşullarda örgütlenmesi gerekmektedir.” Bu koşulların gerçekleşmesi için de bir topluluğun diğerlerini ağırladığı tatil köyü havasındaki bir şenlik ortamıyla yetinmekten ziyade ortak olarak örgütlenen ve teatral paylaşımı ön plana çıkaran bir anlayışın hâkim olduğu bir organizasyon mantığına sahip olmak geliyordu. BÜO bu bağlamda kendi adıyla anılan “kalıcı bir şenliğe” sahip olmaktan vazgeçti.

Örgütlenmenin peşinden koşan bir festival olarak İATG’nin yeniden gündeme gelmesi, söz konusu koşulların oluştuğu 1994 yılında gerçekleşti. Bu yıl içerisinde Amatör Tiyatrolar Çevresi’nin (ATÇ) yeni bir mantıkla tekrar örgütlenmeye başlaması, İATG’nin de teatral örgütlenmenin aktif bir aracı olarak devreye girmesine neden olmuştu. İATG ilerleyen yıllarla birlikte gücünü arttıracak ve amatör tiyatro alanında önemli bir güce dönüşecek olan ATÇ’nin merkezi faaliyet alanlarından biri haline gelecekti. Ardından 2001 yılıyla birlikte yeni bir örgütlenme mantığıyla ortaya çıkan İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu tarafından organize edilmeye başlayacaktı.

İATG’nin bir üniversite topluluğunun şenliği olmaktan çıkıp tiyatro örgütlerinin inisiyatifiyle gerçekleştirilmeye başlaması, örneğine çok fazla rastlamadığımız bir modelin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Deyim yerindeyse artık belli bir “sahibi” olmayan bir tiyatro festivali adeta onu kim sahiplenirse onun tarafından organize edilmekte, bu durum onun her seferinde farklı yapısal dönüşümler geçirmesine neden olmaktaydı. Aslına bakılırsa İATG kendisini ortaya çıkaran inisiyatifin bileşenlerine göre tekrar tekrar şekillenmekteydi. Ama bir yandan da ilk şenliğin ruhunu taşımaya devam etmekte ve temelde amatör tiyatronun kurumsallaşması yolunda kazanımlar elde etme perspektifini hiçbir zaman terk etmemekteydi. İATG’nin bu yıl da yeni bir teatral örgütlenmenin, Türkiye Tiyatrolar Birliği İstanbul gruplarının inisiyatifi ile düzenlendiği düşünülürse aradan geçen yıllara rağmen 3. İATG’nin “Bu bir birlik çağrısıdır” şeklindeki sloganının hala geçerliliğini koruduğu da anlaşılacaktır. Geçirdiği tüm değişim ve dönüşüme rağmen İATG yıllara yayılan serüveni içerisinde önemli bir tutarlılık göstermiştir: Nerede örgütlü tiyatrodan yana bir tavır varsa İATG de o inisiyatifin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda İATG çok farklı bir kolektivizmin savunuculuğunu yapma yolundaki tercihiyle Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı içerisinde kültür ve sanat alanındaki alternatif duruşun en önemli simgelerinden birisi olmayı da hak etmiştir. Nice senelere.

9 Nisan 2010 Cuma

ÜNİVERSİTE TİYATROLARININ KURTULUŞU ÖZELLEŞTİRMEDE Mİ YATI YOR?

Bu yazı Mimesis web portalı için kaleme alınmıştır.

Üniversite öğrenciliğine başladığım 80’li yılların sonunda muhalif öğrenci kesimi içerisinde en çok önemsenen konuların başında üniversitelerin özelleştirilmesi meselesi gelirdi. Aşamalı olarak artan harç ücretleri, okul uzatan öğrencilerin burslarının kesilmesi ile cezalandırılmaları, ara çözüm olarak devlet üniversitesinden vakıf üniversitesine geçiş planlarının yapılması vs... gibi gündemler politik öğrenci gruplarının gündeminden hiç eksik olmazdı. Bu tartışmalar sürdü durdu, bu esnada belki eski ve köklü üniversiteler özelleştirilemedi ama aradan geçen yaklaşık yirmi yıllık zaman diliminde pek çok özel üniversite hizmete girdi. Kimisi vakıf, kimisi de patron okulu olan bu üniversiteler başlangıçta gerek eğitim kalitesi, gerekse donanım olarak köklü devlet okullarının oldukça gerisindeydiler. Hala da çok önünde oldukları ya da fark attıkları düşünülemez ama ilerleyen yıllarla birlikte bazılarının, özellikle kamu üniversitelerinden çektikleri nitelikli insan kaynağını maddi olanaklarla da bütünleştirerek en azından bir çok köklü devlet üniversitesi ile yarışacak hale geldiklerini söylemek yanlış olmaz. Eğer gidişat bu şekilde devam ederse, bir sonraki aşamada, özellikle nitelikli öğrencilere burs olanakları sağlayarak Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ, İstanbul, Ege gibi köklü devlet üniversitelerini her açıdan geri bırakacakları günlerin de geleceğini öngörmek çok zor değil. Bu durumdan sadece maddi ve manevi açıdan kendi durumunu düzeltmek amacıyla özel üniversitelere geçiş yapan öğretim görevlililerini sorumlu tutamayacağımız gibi bireysel başarısını daha iyi koşullarda okumak için bir ayrıcalığa dönüştürmek isteyen öğrencileri de suçlayamayız. Sorun çok daha derin ve karmaşık bir mahiyette.

Yukarıdaki analizimizi tiyatro alanına yansıtmayı deneyelim. 12 Eylül öncesinde ve hemen sonrasında Türkiye’de deneysel ve araştırmacı tiyatro alanının alternatifsiz odağı üniversite tiyatroları ya da onların içinden doğan topluluklardı. Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ, İstanbul ve Ege gibi köklü üniversitelerin son 25 yılda Türkiye tiyatrosuna yaptığı katkılara bakıldığında ne demek istediğimiz kolayca anlaşılacaktır. 90’lı yıllarda –yukarıdaki analizimizle uyumlu bir biçimde- gündeme gelmeye başlayan özel üniversite furyası, bu alanda çok ciddi gelişmelere damga vuramamış gibi görünmekteydi. Ama 2000’li yıllarla birlikte Bilgi, Koç, Kadir Has, Haliç, Sabancı gibi üniversiteler artık sadece akademik programları ve personeli ile değil, kampüs içi sosyal aktiviteleri ve onun bir parçası olarak da tiyatro kulüpleri ile de gündeme gelmeye başladılar. Özel üniversitelerin tiyatro kulüpleri iddialı prodüksiyonlar çıkarmaya, festivaller ya da tiyatro şenlikleri düzenlemeye başladılar.

Peki özel üniversitelerde bu gelişmeler olurken Türkiye deneysel tiyatrosunun beşiği olan devlet üniversitelerinde durum nasıl seyretti? Bu üniversiteler ile bağlantısı olan herkes bilir ki en köklü olanlar dahi son dönemde mutlaka bir kaç kez yönetimlerin anti-demokratik ve baskıcı tavrına tosladılar. Bu anti-demokratik tavır kimi toplulukların tiyatro yapma hakkının elinden alınması düzeyine kadar varabildi. Bazı topluluklar da çok ciddi bir örgütlülük ve mücadele sergileyerek yıllar içerisinde dişleri ve tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri hakları korumayı zorluklla da olsa başarabildiler. İşte İTÜ Taşkışla Sahnesi’nin başına gelen son olaylar, devlet üniversitelerinde yaşanan bu türden sorunların yeni ve tatsız örneklerinden birisi. İTÜ Taşkışla Sahnesi, 2007 yılında tamamen Mimarlık Fakültesi öğrencilerinden oluşan bir grubun öz çabasıyla ortaya çıkmış bir topluluk. Aradan geçen yıllar içerisinde yine tamamen öğrencilerin gece gündüz demeden sergiledikleri emek ve gönüllü çaba onları kalıcı hale getirdi ve kısmen okullaşmalarını sağladı. Üniversite tiyatrolarının genel düzeyi düşünüldüğünde oldukça deneysel ve kalburüstü olarak nitelenebilecek çalışmalar yürüttüler. Ve tabii ki bu ısrarlı tavırları sonunda okul yönetimine toslamalarına neden oldu. Son günlerde özellikle medya ve sanat endüstrisinin ilgi alanı haline gelen ve adından yola çıkılarak öğrencilerin derse girip çıktığı, sonra da çekip gitti “taştan” bir kampüse dönüştürülmek istenen üniversite binalarını, yaşayan ve öğrencilerin de parçası olduğu bir “okul”a dönüştürmek istemeleri okul yönetimini oldukça rahatsız etmiş olacak ki geçtiğimiz yıllarda kendilerine tanınan bir olanaktan mahrum bırakıldılar: Yönetim tarafından kendilerine 127 nolu konferans salonuna sadece oyun çalışmaları sırasında ilave edilen ve daha sonra kaldırılan portatif platformun bundan sonra kullanılamayacağı iletildi. Gerekçeler çok çeşitliydi: konferans için kiralandı, reklam-dizi-film çekimi var ve elbette tadilat var. Bu kampüste anlaşılan sadece öğrencilerin yaptığı tiyatro etkinliğine yer yok. Belki de üçe üç metrelik ufak bir platform okuldaki eğitim etkinlikleri için büyük bir engel oluşturuyordur.

Şimdi bu noktadan yola çıkıp “İskender Palalaşmak” pahasına “özelleştirelim üniversiteleri, bari okul tiyatroları kurtulsun” demek de var ama elbette ki biz bunu yapmayacağız. Sonuçta biliyoruz ki 21. yüzyılda hala modern eğitimin gereklerinden haberdar olmayan despotik bürokrat yöneticilerin katlettiği bir üniversite anlayışının alternatifi, müşteri bilinçliliğiyle, ödediği paranın karşılığında kaliteli hizmet almayı talep eden öğrencilerin merkezinde olduğu bir yapı olamamalı. Olması gereken toplumsal hayatın her alanını olduğu gibi üniversiteleri ve onların yöneticilerini de yozlaştıran 12 Eylül sisteminin değiştirilmesi, üniversitelerin özerk ve öğrencilerin yönetime katıldığı demokratik yapılara dönüştürülmesi. Bu gerçekleştirildiğinde hiçbir öğrenci temsicisinin yönetim düzeyinde kendi arkadaşlarının emeğiyle yapılan bir tiyatro etkinliğinin, kampüsten kapı dışarı edilmesine onay vermesi mümkün olmayacaktır. Eğer bu gerçekleşirse belki de üniversite yönetmeyi şirket yönetmek sanan dar kafalı yöneticilerin bavullarını toplama zamanları da gelecektir.

Ve belki de bu türden büyük hedeflere ulaşmanın yolu İTÜ Taşkışla Sahnesi gibi üniversite gruplarının kendi okullarında verdikleri mücadelelerden geçiyor. İTÜ Taşkışla Sahnesi oyuncularına yıllara yayılan sistemli bir mücadeleyle elde ettikleri hakları kaybetmeme yolunda her türlü desteği vermek onurlu her tiyatrocunun boynunun borcudur.