İstanbul Tiyatro Festivali’nde Propeller ve Schaubühne’nin
oyunlarını izledikten sonra tiyatro gündemine ara vererek ve tatilin yarattığı
boşluktan da yararlanarak yabancı dizi sektörüne bakma şansı buldum. Amerika ve
Avrupa’da üretilen ve sayıları yüzleri bulan bu diziler, uzunca bir süredir
Türkiye’de de internet üzerinden ciddi bir seyirci kitlesine ulaşmakta.
Özellikle bilişim teknolojileriyle aşırı içli dışlı olan genç nüfus, çok farklı
tür seçenekleri içerisinden kendi zevkine uygun bulduklarına neredeyse hiçbir
sınırlama olmaksızın ulaşılabilmekte. Ben özellikle içinde bulunduğumuz
sistemik krizin, küresel muhalefet biçimlerinin ve hegemonik güç olarak ABD’nin
tutumunun bu dizilerde nasıl sunulduğuyla ilgilendiğim için Nikita, Homeland, Black List, Person of Interest, Continuum gibi ulusal ya da uluslararası komplo, suç, casusluk ve
terör/karşı-terör konuları üzerine kurulu olanların üzerinde durmayı tercih
ettim. Yerli muadilleri Kurtlar Vadisi
ile karşılaştırıldığında çok daha büyük bütçelerle ve nispeten “daha insani”
çalışma koşulları içerisinde üretilen bu dizilerin sanat yönetimlerinin çok
daha güçlü olduğu, geniş bir coğrafyada geçen olaylar etrafında yoğunlaşan
senaryoları nedeniyle de çok daha küresel bir izleyici kitlesine ulaşmayı
amaçladığı ortada. Dünyaya, emperyal bir gücün penceresinden bakma şansı
veren bu dizilerin genel bir analize tutulmasının sanat endüstrisinin
politik işlevlerini anlamlandırma açısından bize önemli veriler sağlayacağını
düşündüğüm için bu konuda bir deneme yapmaya çalışacağım.
Öncelikle Amerika’daki kültür endüstrisi, yukarıda da
değindiğimiz gibi internet kullanımının dünya üzerindeki hızlı yayılışına
paralel biçimde hiç olmadığı kadar güçlenmiş durumda. Bununla doğru orantılı
olarak sektöre dönük finansal ve insan gücüne dayalı kaynak aktarımında bir
yoğunlaşma yaşanıyor. 2012 verilerine göre milenyumun ilk on yılında eğlence
sektöründe istihdam edilen nüfus resmi rakamlara göre % 20, bağımsız
çalışanları da dikkate alırsak %43 artış göstermiş durumda. Bununla doğru
orantılı olarak eğlence sektörü %66’lık bir büyüme göstermiş durumda.[1]
Uzmanlaşma, bilgi birikimi artışı ve finansal kaynakların gelişimiyle doğru
orantılı olarak prodüksiyonların niteliğinde büyük bir sıçrama olduğu da
ortada. Eskiden Amerikan sinema sektörünün tek başına taşıdığı küresel bayrağı
şimdi televizyon sektörü de sırtlamış görünmekte.
Tüm bu veriler ışığında yukarıda bahsettiğimiz televizyon
dizilerinde çizilen dünyaya biraz daha eleştirel bakmayı deneyelim. Öncelikle
bu dizilerin büyük oranda internet teknolojileriyle içli dışlı olan küresel
genç nüfus tarafından izlendiğini yeniden hatırlatalım. Aynı kesim doğudan
batıya tüm dünyayı sarsan sistem karşıtı hareketlerin de lokomotif gücü olmaya
aday. Diğer bir deyişle sistemin içinde bulunduğu kriz nedeniyle kapsamakta
zorlandığı ama kendi geleceğini yeniden üretebilmek adına mutlaka kapsaması,
dönüştürmesi ve ehlileştirmesi gereken bir kitleden söz ediyoruz. Bu noktada
sistemin her geçen gün çok daha fazla finansal yatırım yaptığı dizi sektörünün
bu genç nüfusa nasıl bir dünya tasavvuru sunduğu önem kazanıyor. İlginç bir
biçimde bu dizilerin neredeyse tamamında tüm dünyada son otuz yıla damgasını
vuran neo-lberalizmin bir “kötülük kaynağı” olarak sunulduğunu görüyoruz. 80’lerin
gözdesi olan girişimcilik, borsa, finans, kar gibi kavramlar bu dizilerde
toplumsal yapıyı ve bireylerin en temel haklarını sürekli tehdit eden özel
şirketlerin demagojik unsurları olarak sunuluyorlar. Onların sınır tanımayan
kar hırsı kamusal ve çevresel kaynakları hızla yok etmekte ve insanlığın
gezegenimizdeki varoluşunu tehdit eder hale gelmektedir. Üstelik bu kendi
çıkarları gereği her türlü değeri ayaklar altına almaktan çekinmeyecek
yapıların devlet mekanizmasını ele geçirmesiyle ABD ve Batılı müttefikleri tüm
dünyada nefret edilen güçler haline gelmişlerdir. Ortadoğu, Afrika ve Asya’da
yapılan operasyonların bedelini her halükarda geniş halk yığınları ödemekte,
kaymağını ise küçük bir grup elit paylaşmaktadır. Özetle, bu diziler neo-liberalizm
karşıtı bir dramaturji içerisinden konuşmayı tercih etmekte ve bunu yaparken potansiyel
izleyicisi olan genç nüfusun muhalif dilini de bir malzeme olarak kullanmaktan çekinmemektedir.
Diğer yandan “tüm kötülüklerin anası olan neo-liberal
sosyo-ekonomik politikalar”a karşı sokaklara çıkmış durumdaki milyonlarca
muhalifin bizzat kendileri bu dizilerde nasıl sunulmaktadır? Tahmin edileceği
üzere bu dizilerde küresel muhalefete katılmış gençler kandırılmış saf çocuklar
olarak çizilmektedirler. İsyan ve öfkeleri naif ve meşru duygular olarak
sunulurlar. Son otuz yıldır yaşadığımız gezegende sürekli tahribat yaratarak
insan ırkının geleceğini tehdit eder hale gelmiş olan bir sisteme karşı
ayaklanmaları anlaşılır bir durumdur. Ancak onların da çok dikkatli olması
gerekmektedir; sistem içerisindeki adaletsiz paylaşım mekanizmalarının ortadan
kaldırılması değil, yeniden bölüştürülmesi amacıyla mücadele veren farklı çıkar
odaklarının maşası haline gelme olasılıkları çok yüksektir. Tıpkı Gezi
Parkı’nda ağaçları koruyan gençlerin uluslararası bir komplonun (!) parçaları
haline gelmeleri gibi değil mi?
Peki bu noktada Batı merkezli kültür endüstrisinin bu karlı
ürünlerinde bizlere sunulan çözüm nedir? Hem vahşi kapitalizmin sınır
tanımazlığına dur deyip, hem de “sınırsız anarşi” isteyen kötü niyetli
odakların maşası olmaktan nasıl kurtulabileceğiz? Cevap sizi şaşırtmayacaktır:
Yenilmeyen, yıkılmayan güçlü bir devlet sayesinde. Bu dizilerde her şeye rağmen
“kötülüklerle” mücadele eden kamu görevlilerine rastlarız. Çoğu fedakârca
yürütülen mesleki görevler yüzünden ailesini, bedensel ve ruhsal sağlığını
yitirmiş, insanlık dışı koşullara maruz kalmayı göze almışlardır. Buna rağmen mücadeleyi
bırakmazlar. Ama devlet zayıftır. Bir hastalık gibi tüm toplumu sarmış olan ahlaki
yozlaşma devletin içerisinde de ipleri eline almıştır. Rüşvet alan kamu
görevlileri, satılmış politikacılar vs… türünden her türlü klişe mevcuttur bu hikâyede.
İhtiyaç duyduğumuz şeyse zayıf devleti yeniden güçlendirmek ve kamu yararını
koruyacak biçimde yeniden yapılandırmak olmalıdır. Kısacası bu dizilerin
şiarı “millet eğilmez, devlet
yenilmez”dir. Tipik bir sol gösterip sağ vurma taktiği değil mi?
İşte bu noktada geçtiğimiz sezon izlediğim oyunlardan
birkaçı geldi aklıma: İBŞT’den Engin Alkan rejisiyle “Vişne Bahçesi”, Propeller
Theatre Company’den Edward Hall rejisiyle “Yanlışlıklar Komedyası” ve Schaubühne’de
Thomas Ostermeier rejisiyle “Bir Halk Düşmanı”. Bu üç oyunun çeşitli ortak
noktaları vardı. Öncelikle üçü de klasikleri güncelleyerek onlar üzerinden
günümüze dair söz söyleme isteğindeydiler. Çehov'un, Shakespeare'in ya da
İbsen'in farklı yüzyılların ama aynı "çağın" anlatıcısı olduğu
gerçeğinden hareketle, onların yazdığı metinleri çağdaş dramaturjilerle sahneye
taşıma iddiasında idiler. Ve her üç oyun da, ister istemez, içinde yaşadığımız
ve krizde olduğu aşikar olan sisteme dair eleştirel bir yaklaşım barındırıyorlardı.
"Vişne Bahçesi"nde Türkiye'ye has koşullar içerisinde, neo-liberal
politikalar çerçevesinde geçmişin güçlü azınlığından yeni yetme İslami
"burjuvaziye" servet transferi yapılırken, aslında kapitalizm yeni
bir evresine nasıl geçilmekte olduğu ve bu değişim esnasında sistemin ne denli
yıkıcı ve vahşi olabileceği ortaya konuyordu. "Yanlışlıklar
Komedyası"nda kostüm ve çevre tasarımı 80'ler’e referans edecek biçimde
düzenlenmiş ve Batı'da Reagan-Teacher politikalarıyla özdeşleştirilen
neo-liberalizmin altın şafağı baz alınarak burjuva "ahlaksızlığı"
masaya yatırılmıştı. Shakespeare’in yüzlerce yıl önce henüz yeni yeni oluşmakta
iken eleştiriye tabi tuttuğu burjuva toplumunun çocukluk hastalıklarında hiçbir
değişim olmadığı, kapitalizmin ve onun temel değerlerinin 7’sinde neyse 70’nde
de o olacağı ima edilerek bu sistemin iflah olamayacağı sergilenmeye
çalışılmıştı. "Bir Halk Düşmanı"nda ise bir kamu görevlisi işini
dürüstçe yapmaya kalktığında yöneticiler ve çıkar odakları tarafından nasıl
boğulacağı, bir model oyun üzerinden tartışmaya açılmıştı.
Üç oyunda da belirgin bir neo-liberalizm karşıtlığı
görülmekle beraber hiçbiri salonda bulunanları devlet babaya sığınmaya davet
etmiyor, aksine imalı ya da açık bir biçimde bu sistemi değiştirmek için bir
şeyler yapmaya çağırıyordu, elbette ki çok farklı üsluplar içerisinde. “Vişne
Bahçesi”nde oyun, dingin ve sakin bir gelişim çizgisi izleyip geçmişe ait tüm
doğruların yıkılışını simgeleyen oldukça sert bir finale doğru uzanıyordu.
Seyirciyi artık ayakta durması imkansız olan ölü bir geçmiş ile gelenin gideni
arattığı vahşi bir gelecek arasında konumlandırarak şimdiki zaman üzerine
düşünmesini sağlamaya çalışıyordu. “Yanlışlıklar Komedyası”, sisteme hayat
veren ve ondan en büyük faydayı sağlayan sınıfın "bencillik" kokan
değerlerini karikatürize ederek seyirciyi sistemi ayakta tutan aile, din, iş
ahlakı, adalet gibi değerleri ahlaki açıdan sorgulamaya davet ediyordu. Seyirci
katılımını özendirerek tiyatro sahnesini bir forum ortamına dönüştüren ve
Gezi'nin yıldönümüne yakışır bir teatral performans izlememizi sağlayan “Bir
Halk Düşmanı” şüphesiz yukarıdaki iki oyuna göre neo-liberal sistemi çok daha
cepheden saldırı altına alıyordu. Bu yüzden de hükümete yakın gazetelerin
tepkisiyle karşılaşması da tesadüf değildi.[2]
Sonuçta kültür endüstrisi içerisinde dolaşıp, egemen sistemin
medya aracılığıyla işleyen yeniden-üretim mekanizmaları üzerine gözlem yapma
şansı elde etmek, tiyatronun söyleyecek alternatif bir sözü bulunan ve
eleştirel bir sanatsal paradigma arayışında olan herkese hala bağımsız bir ifade
platformu sağlayabilecek gücü olduğunu düşündürdü bana. Schaubühne ve Propeller
Company’nin Filipinler’den Kanada’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada binlerce
insana ulaşan bir turne ağına sahip olduklarını unutmayalım. Küresel düzeyde
işleyen manipülatif bir kültürel bombardımana, yine küresel bir karşılık
verildiğini görmek tiyatro adına umut verici.
[1] Detaylar
için bkz. www.techdirt.com adlı internet sitesinde yer alan “The
Sky is Rising…” başlıklı makale.
[2] Bkz.
28.05.2014 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yer alan “Alman Oyunu”
başlıklı makale.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder