İlk kez 27 Mart 2013’te sergilenen aynı adlı oyunun 19. İKSV Tiyatro Festivali için yeniden ala alınmış halidir.
İki Adam, İki Dünya, Tek
Sahne: Muhsin Ertuğrul ve Vahram Papazyan (Gösteri ve Söyleşi)
Yer: İKSV Salon (Şişhane)
Tarih: 10
Mayıs Cumartesi saat 17.00
İstanbul
doğumlu ünlü Ermeni aktör Vahram Papazyan 1964 yılında yazdığı bir mektupta
Muhsin Ertuğrul'a İstanbul ya da Ankara'da sahneye çıkma isteğinden bahsediyor
ve mektubunu şu sözlerle bitiriyordu: "Her zaman dostun ve kardeşin."
Tiyatro tarihini değiştirmiş bu iki büyük insanın sahne hayatlarının ilk
yıllarından itibaren başlayan dostlukları tiyatro dünyamızda çok fazla konu
edilmemiştir ve pek bilinmez. Oysa anlatıldığında belki de tiyatroya dair en
güzel hikayelerden birisi çıkacaktır ortaya. Tiyatro Boğaziçi ve Berberyan
Kumpanyası ortaklığıyla hazırlanan "Muhsin ve Vahram" adlı oyun ve
ardından Boğos Levon Zekiyan, Ayşegül Çelik ve Artsvi Bakhchinyan'ın konuşmacı
olarak katılacağı bir söyleşi ile bu hikayeye ve tiyatro dünyamızın karanlıkta
kalan bir evresine odaklanıyoruz.
BGST Tiyatro Boğaziçi-Berberyan Kumpanyası
Yazan: Fırat
Güllü
Reji: Ekip çalışması
Video Reji: Mesut
Tufan
Video Reji Asistanı: Irmak
Sueri
Kamera: Asuman
Zirek
Ses Kayıt: Çağdaş
Karagöz (Melodika)
Işık-Efekt: Yervant
Boyacıyan, Murat Cavak
Müzik: Anurçner/
Anahit Valesian
Kostüm: Aysan
Sönmez, Serda Aslan
Oyuncular:
Anlatıcı: Tilbe
Saran
Abdullah Cevdet: İlker
Yasin Keskin
Hamlet rolünde genç Vahram: Sercan
Gidişoğlu
Leart rolünde genç Muhsin: Özgür
Eren
Muhsin: Fırat
Güllü
Vahram: Boğos
Çalgıcıoğlu
Handan: Ayşan
Sönmez
Prolog
(Anlatıcı görüntü
eşliğinde okur)
Şu
anda Beyoğlu'ndaki tarihi bir mabedin, Ağa Camii'nin önündeyiz. Camii'nin tam
karşısında ise modern bir mabet yükseliyor: bir tüketim mabedi, bir AVM. Bundan
yaklaşık 100 yıl önce ise burada bir tiyatro salonu bulunmaktaydı: Odeon
Tiyatrosu. 1911 yılında bu tarihi salonda sıra dışı bir tiyatro gösterisi
sergilenmişti. Oyunun adı Hamlet’ti ve müellifi Shakespeare namlı bir
İngiliz’di. Shakespeare bu eseri yüzlerce yıl önce kaleme almıştı. Oysa
İstanbullu seyirciler onun dizelerini sahne üzerinde Türkçe olarak ilk kez dinlemekteydiler.
Bu
gösterinin mimarlarından ilki Abdullah Cevdet adında bir doktordu. Abdülhamit
karşıtı olduğu için Hamlet adlı bu oyunu sürgün günlerinde Mısır’da çevirmiş ve
1908 yılında orada yayınlamıştı. Odeon’da sergilenmekte olan gösteride onun
çevirisi kullanılmaktaydı. Seyirciler arasında eseri Türkçeleştiren ilk
mütercim unvanıyla oturmaktaydı.
(Abdullah Cevdet'i oynayan
oyuncunun görüntüsü)
Abdullah Cevdet: Efendim Hamlet isimli Avrupa edebiyatının bir
şaheserini çevirme fikri bende taa Mekteb-i Tıbbiye yıllarında uyanmıştı.
Diyeceksiniz ki tab-ı şairanesi henüz devr-i kemaline vasıl olmamış bir genç
neden bütün Avrupa edebiyatının en muazzam beddiası olan bu esere müracaat
etti? Sebebi aşikardır: Sultan Hamid devrinin Türkleri ile Hamlet arasında
oldukça müşebbehet vardı. Malumdur ki
hamiyetmend, alicenap, âlim, bedai-perver, bulend-amil bir şehzade olan Hamlet,
peder-i müşfikinin vefatında zi-medhal zannettiği üvey atası ile müberezeye
mecbur olmuştu. İşte Jön Türkler de Sultan Murat'ın sukutundan ve Midhat
Paşa'nın şehadetinden sonra Sultan Hamid'e bir üvey Ata nazarıyla bakıyorlar.
Kanun-i Esasî bu hükümdarın darbesiyle mühlik bir sadmeye uğradıktan sonra Osmanlılar
için en mühim mesele "var mı olayım, yok mu" meselesi oldu. Benim
gibi küçük bir rahle-i mütalaa önünde oturan bir talebe ile muazzam bir taht-ı saltanat üzerinde calis bulunan Sultan Abdülhamit
arasında vaki ilk müsademenin sebebi Mithat Paşa oldu. Ardından tüm belalar,
istinlaklar, zındanlar, menfalar, firarlar, gurbetler... Zaten Hamlet'in ilk
tabı da sürgünde bulunduğum Mısır'da vuku bulmuştur. Bir iki ay sonra da Temmuz Inkılabını
görmek kısmet oldu.
(Anlatıcı kaldığı yerden
devam eder)
Oyunun
ikinci mimarı genç bir Ermeni oyuncuydu. Henüz 23 yaşında olmasına rağmen 1911
yılı Ramazan ayı boyunca İstanbul’da sergilenen bir dizi tiyatro oyununda
önemli roller üstlenmiş ve İstanbul seyircisinin büyük taktirini kazanmıştı.
Adı Vahram Papazyan’dı. İstanbul’da doğmuş ve eğitim almak için Venedik’teki
Murat Rafealyan okuluna gitmişti. Ardından tiyatrocu olmaya karar vermiş ve
İtalya’da kendini eğitmenin yollarını bulmuştu. İstanbul’da ilk kez bir Hamlet
prodüksiyonu gerçekleştirme fikri ondan çıkmıştı.
Bu
ilginç gösteride Leart rolünü üstlenen 19 yaşındaki genç oyuncu ise gelecekte
Türkiye Tiyatrosu adına önemli işler yapacak ve ülkenin en önemli tiyatro
adamına dönüşecekti: Ertuğrul Muhsin. Bu genç adam Vahram’ın yakın dostuydu ve
bir süre için ev arkadaşı olmuştu.
İki genç tiyatrocu provalarda eserin mütercimiyle sık sık
biraraya gelmiş ve Osmanlı devrinin ilk politik Hamlet yorumlarından birisine
hayat vermek için onun engin bilgisinden yararlanmışlardı.
(Siyah beyaz bir sahne
izlemeye başlarız. Abdullah Cevdet büyük işlemeli bir koltuğa oturmuştur, Vahram
ve Muhsin sahne kıyafetleri ile etrafına çökmüşlerdir.)
Abdullah Cevdet: Shakespeare başlı başına bir kainatın, başlı başına
bir kev ü mekandır. O
millet ki hala Shakespeare'den bi-haberdir,
onu diline tercüme etmemiştir, o milletin yere
geçmesi için arlanmasına hacet yoktur. Meşhur Voltaire, Büyük Katerina'ya
yazdığı bir mektupta,"Türkleri mahvetmeli çünkü
onlarda zevk-i şi'r ve edeb yoktur" demişti. Bu bir iftiradır başka bahis ama ben şimdi az kalıyor ki Shakespeare'i
sevmeyen milletleri yeryüzünden kaldırmalı
diyeyim.
Vahram: Üstadım sizin metninizi oynarken en çok
zorlandığım yerlerden birisi şu ünlü "to be or not to be",
İtalyanların söyleşiyle "esere o non essere" bölümü oldu. Siz burayı
"varlık mı ya yokluk mu" diye tercüme ettiniz. Aslının "var
olmak ya da olmamak" olması icap etmez mi? Affınıza sığınarak soruyorum.
Abdullah Cevdet: Esasen her tercüme güçtür. Shakespeare'i
tamamen tercüme ise hemen hemen gayrı kabildir. Alelade tercüme kelimelerin tam
mukabillerini bularak yan yana dizmekle kaim değildir. Bu vazifeyi bir lügat da
pekala görür. İbaratın tamamıyla ve aynen manasını nakl ise mektep çocuklarının
karıdır. Bir tercümenin muteberliği, güzelliği aslındaki ihtisasatı, harekatı,
insicam-ı tabiiyi bulmakla, verebilmekle kaimdir. Bilhassa Shakespeare için
geçerlidir bu. Shakespeare'in dehası kelimede değil, histe, tarz-ı tasvirde,
fikirde, manada, harekattadır.
Muhsin Ertuğrul: Hocam bendeniz Hamlet ile Leart'ın düello
sahnesinde, hain bir planı gizlemeye çalışırken o kibarane sözleri nasıl
telaffuz edeceğime karar veremedim.
Abdullah Cevdet:
Buyrun Muhsin Beyciğim, hep birlikte sahnede bakalım.
(Muhsin ve Vahram sahne
üzerinde duruşlarını alırlar.)
Osmanlı sahnelerinin ilk Hamlet prodüksiyonunda, projenin mimarı
olan iki genç adam, oyunun 5. perde, 2.
Sahnesinde karşı karşıya geliyorlardı. Söz konusu sahne oyunun düğüm
noktalarından birisiydi.
Sahne
1
(Görüntü sona erer. Sahne
aydınlanır. Leart ve Hamlet rolünde genç
Muhsin ve genç Vahram bir ellerinde meçleri tutmakta, diğer elleriyle el
sıkışmaktadırlar...)
Hamlet: Beni affediniz, size hakaret ettim, fakat bir
centilmene yakışır bir surette affediniz. Bu cemiyet-i hümayunun benim ne
derece ihtilal-i şuura müptela olmuş olduğumu size bildirmemiş olması mümkün
değildir. Efalimde sizin tabınızı, haysiyetinizi, vesvesenizi gaf ile ikaz eden şey mahz-ı cinnet
idi. Leart’ı tahkir eden Hamlet miydi? Muhakkir asla Hamlet olmadı: Eğer Hamlet
kendi kendisinden cüda edilir ve kendi kendisi olmadığı halde Leart’ı tahkir
ederse bunu yapan Hamlet olmaz. Hamlet mütecasirin kendisi olduğunu inkar
ediyor. O halde bunu kim yapıyor? Kendisinin cünûnu.
Bu taktirde Hamlet tahkir olunan cihette bulunuyor demekdir.
Cünûnu zavallı Hamlet’in hasmıdır. (...) Fazilatkar kalınız. Hanemin damı
üzerinde attığım ok kazara biraderime isabet etmiş gibi. Beni affetmek
tevazuunda bulunsun.
Leart: Bu hal-i hususide, beni intikama sevk etmesi lazım gelen kılıcım,
tamamıyla tarziye olunduğunu beyan ediyor. Fakat namus ve şeref beni
zaptediyor. Muhterem ihtiyarlar ve namus hakemlerinden müteşekkil bir heyet,
hakim-i sulh tayin ederek namımın
lekesizliğini ityan ve temin ettirinceye kadar barışmayı istemem. O zamana
kadar dostluk takdimenizi samimi kabul eder dostluğunuza riayette kusur etmem.
Hamlet: Bu temini kemal-i memnuniyetle kabul ediyorum. Bir
biraderin bahsini bir neticeye kadar isal etmeye serbestane yardım edeceğim. (...) Leart sizin şöhretinize zehr değil, bir
Zühre-i itila olacağım. Zira karanlık bir gecede bir yıldız gibi, sizin
maharetiniz benim cehlimin yanında parlayacak.
Leart: Prens, benimle istihza ediyorsunuz.
(...)
Hamlet: Haydi Efendi.
Leart: Haydi Prens. (Yekdiğere hücum ederler)
Hamlet: Bir.
Leart: Peki tekrar başlayalım.
Hamlet: (...) Haydi. (Vuruşurlar) Al bir diğer darbe daha,
buna ne diyorsunuz?
Leart: Dokundu, dokundu, itiraf ediyorum. (...) Prensim şimdi darbemi
vuracağım.
(...)
Hamlet: Haydi üçüncü, Learte siz yalnızca alay ediyorsunuz,
olanca kuvvetinizle bana savlet ediniz; korkarım ki beni bir çocuk yerine
koyuyorsunuz.
Leart: Öyle mi diyorsunuz, pekâlâ, haydi. (Mübareze-i seyfiyeye girerler)
(...) Al sana bu defa!
(Learte
Hamlet’i yaralar, kavganın telaş ve heyecanıyla meçlerini yere düşürürler,
alırken yekdiğerinin kılıcını alırlar. Muhacemede Hamlet Leart’ı yaralar.)
Hamlet: Muhsin... Muhsin... Muhsin...
Sahne
2
(Sahne kararırken bir telefon sesi
duyulur. Karanlıkta bir kaç kez uzun uzun çalar. Ardından karanlık içerisinde
bir ses duyulur.)
Ses: Muhsin... Muhsin... Muhsin...
(Lokal ışık yanar. Bir masada oturmakta
olan Muhsin’i aydınlatır.)
Muhsin: Vahram?
(Masanın öbür ucu da aydınlanır ve ışık
ayakta durmakta olan Vahram’ı aydınlatır.)
Vahram: Selam Muhsin. Nasılsın? Mahsuru yoksa bu gece sende
kalabilir miyim? Orası çok soğuk.
Muhsin: 60 yıl önceki gibi...
Vahram: Evet, ama o zaman sen bana gelmiştin.
Muhsin: Dışarısı çok soğuktu. Beni evine almıştın.
Vahram: Tiyatrocu olduğu için evden kovulan ilk adam değildin,
sonuncusu da olmadın.
(İki adam kucaklaşırlar. Sonra masaya
geçip karşılıklı otururlar)
Vahram: (Cebinden bir
konyak şişesi çıkarır) Sana Ararat getirdim. (Muhsin için bir bardağa koyar, kendisi şişeden içer) Soğuk bir
gecede insanın içini ısıtacak en iyi şey budur ama orada maalesef
bulunmuyor. (Tekrar içerler, sessizlik.) Son zamanlarda 1911 yılı Ramazan ayı
aklıma geliyor sık sık. Ne günlerdi be Muhsin? Reşat Rıdvan’ın kurduğu
kumpanya... Odeon Tiyatrosu... Napolyon’un Hayatı... Dreyfus... Othello ... ve
bizim Hamlet... Dünyada o kadar yer gezdim, her dilde yüzlerce oyunda oynadım
ama İstanbul’da oynadığım yıllardaki zevk ve heyecanı hiçbir yerde bulamadım.
Ah ahh, o günleri hatırladıkça sen de heyecanlanmıyor musun, doğruyu söyle
Muhsin.
Muhsin: Heyecanlanmaz olur muyum... Gençtik o zamanlar...
Naiftik... Romantiktik... Hiçbir şeyi
düşünmeden yaşardık, arkamıza bakmazdık.
Vahram: Sana Hamlet projesini ilk açtığımda ne demiştin
hatırlıyor musun?
Muhsin: “Hamlet mi? Güzel isimmiş.” (Gülerler.) Ama sonra Hamlet hiç peşimi bırakmadı, daha doğrusu ben
sürekli onun peşinden koşup durdum. Bu aralar modern bir uyarlama fikri dönüp
dolaşıyor kafamda.
Vahram: Gel birlikte yeni bir Hamlet çıkaralım. Sen ve ben,
yeniden aynı sahnede. İstemez misin?
(Sessizlik)
Muhsin: Soğuk mu gerçekten?
Vahram: Evet, çok soğuk. İliğine, kemiğine işliyor insanın.
Kral Hamlet’in hayaletinin anlattıklarıysa çoğunlukla palavra. (Gülerler ve içerler) Eee, cevap vermedin teklifime.
Muhsin: Ben hangi rolü oynayacağım?
Vahram: Sen ne düşündün? Yoksa... (Güler)
Muhsin: Neden? O rolü defalarca oynadım ve her seferinde takdir edildim.
Vahram: Biliyorum.
Muhsin: Nasıl? İzledin mi yoksa?
Vahram: Elimden gelse gelir izlerdim ama demir bir
perde vardı aramızda. (Güler) Ancak her şeye rağmen İstanbul'dan Erivan'a rakı,
beyaz peynir ve Türkçe gazete getirecek birileri bulunabiliyordu o zamanlarda
bile. (Cebinden buruşmuş, eski bir gazete
çıkarır) 1927 tarihli Hakimiyet'i Milliye gazetesini hala saklarım, belki
sende bile yoktur: "Darülbedayi'den beklenen büyük muvaffakiyet, Hamlet. Müellifi: William Shakespeare. Mütercim ve rejisör: Muhsin Ertuğrul. Oynayanlar: Hamlet,
Muhsin Ertuğrul." Bakalım ne demiş muharrir:
"Hamlet'in ilk temsili iğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık topladı.
Kumpanya, göreceği rağbeti önceden tahmin ederek fedakârlıktan geri durmamış,
figüranlar, elbiseler, tertibat için elinden geleni yapmıştı. Ertuğrul Muhsin
Bey, bizzat Hamlet rolünü almıştı. Üç seneye varan bir hasretten sonra yeniden
ve pek ağır bir yükü yüklenmiş gördüğümüz bu sanatkâr, Hamlet'in zayıf simasını
derin bir nüfuz ile fakat kuvvetli ve azimkar şahsiyetinin eserlerini gizlemeye
çalışarak temsil ediyordu." İltifatlar, iltifatlar... Yazıyı okuyunca gurur
duydum. Birlikte aynı sahneyi paylaştığımız o yıllar geldi aklıma. Hamlet'i oynarken son sahnede kılıcım yanağını kesmişti,
ortalık kan revan içinde kalmıştı. (Güler. Sessizlik. Aniden) Tabii bir de Othello rezaleti vardı...
Muhsin: Her şeyin sonu olmuştu... Onca emek...
Vahram: Belki de yeni bir başlangıç demek lazım... Bakış
açısına göre değişir.
Muhsin: Sonuçta çoğu konuda sen haklıydın... Kafaca çoktan
emekli olmuş o eski saray oyuncuları, kendine “alaylı” diyen ve “okullu”
olduğun için seni küçümseyen yaşlı başlı adamlar... Bu
insanlarla tiyatromuza yeni bir nefes katmak mümkün değildi.
Vahram: Ne nefesi Muhsin, bu adamlarla oyun
oynamak bile mümkün değildi. Zaten aktörlerin lakaytlığı yüzünden piyes o kadar
çok kesildi ki, sonunda hatırlıyorsan seyirciden özür dileyerek temsili
durdurmak zorunda kalmıştık.
Muhsin: Biz değil, sen durdurmuştun... Ama bugün aynı şeyi yapsan ben onları değil, seni
kovardım kumpanyamdan.
Vahram: Merak etme Muhsin, biz Ermeniler biraz fazla
gururluyuz galiba. İstenmediğimizi fark ettiğimiz anda kovulmayı beklemeden,
fırsat bulabilirsek tabii, çeker gideriz. Gittik zaten. Gitmeyenler de bir
şekilde gönderildiler. Size koskoca bir tiyatro hediye ettik ve kenara
çekildik. Ağzımızı bile açmadan... Açabilir miydik? O da ayrı bir konu ya,
neyse...
(Uzun bir sessizlik)
Vahram: Cihan harbi başlamadan hemen önce
İstanbul'dan apar topar nasıl ayrıldığımı hatırlıyor musun?
Muhsin: Evet, 1914 Ağustos ayıydı.
Mınakyan ustanın yönetiminde "Büyük Gece"yi sahneliyordunuz. Son
derece coşkulu bir seyirci doldurmuştu Şehzadebaşı'ndaki tiyatroyu. Günler
öncesinde gazetelerde adın ilan edilmişti. İstanbul'un pek çok güzide ismi çok
önceden salonda yarini almıştı, herkes Vahram'ı yeniden sahnelerde görmek
istiyordu. İstanbul sahneleri seni özlemişti ve sen de Dimitri rolünde
döktürüyordun. Sonra birden ortadan
kayboldun. Sonraları Arap İzzet'ten oyun sırasında tevkif edilmemek için
kaçtığını öğrendik.
Vahram: Tevkif edilmemek içinmiş….hıh… Peki,
suçum neymiş? Ne yazık ki hala bilmiyorum!.. Cihan harbi başladığında
Venedik’teydim. Aldığım davet üzerine Bakü’ye gitmek için bindiğim gemi,
İstanbul limanına uğradığında askerler yolcuları indirip gemiye el koydular. Trabzon’a
asker sevkedilecekmiş. Bir sonraki gemiyi beklemek için mecburen bir süreliğine
İstanbul’da kalmam icap etti. Kardeşim Diran’ın evine gittim. Biraz hasrat
giderdik. Akşam ‘’Petits Champs’’a gidip Mınakyan ustayı ziyaret ettim. Beni
görünce çok sevindi. Onlar da ‘’Demirhane Müdürü’’nü oynuyorlardı. Provalarına
devam ettikleri ‘’Büyük Gece’’ adlı bir Rus oyununda bana da ‘’Dimitri’’ rolünü
teklif etti. Usta bu oyuna çok ehemmiyet veriyordu. Kabul etmek istemedim.
Çünkü İstanbul’dan ne zaman ayrılacağım belli değildi. Çok ısrar etti. Ekip de
çok iyiydi. Çobanyan, Binemeciyan, Holas, Aleksanyan, Kınar ve tabii ki
Mınakyan usta… Sonunda tahmin ettiğin gibi dayanamayıp kabul ettim. Rolümü çok
sevmiştim. Dimitri Vaysiyeviç..Nişanlım Sonya’yı Kınar, annemi de Binemeciyan
oynuyorlardı. Oyunun başlamasına bir hafta vardı. Onlara yetişebilmek için çok
çalıştım. Prömiyer gecesi, coşkulu bir seyirci önünde oyuna başladık. Birinci
perdenin sonlarına doğru sahnedeyken gözüm bir ara kulise takıldı. Bir
hareketlenme vardı. Kulisten sahnedeki oyunu seyreden Çobanyan’la göz göze
geldik. El kol hareketleriyle kulise doğru yaklaşmamı işaret ediyordu. Sonra
birdenbire o sahnede rolü olmamasına rağmen sahneye dalarak büyük jestlerle
bana ‘’Dimitri, kazak askerleri geldiler, seni Sonya’ya götürecekler. Ben
annene haber veririm, merak etme. Hemen buradan ayrılman gerekiyor. Acele et…
Çabuk ‘’dedi. Oyunda böyle bir replik yoktu. Boş boş yüzüne baktım.
Anlayamadığımı anlayınca beni kulise doğru iterek sahneden çıkardı. Kuliste Mınakyan,
sonradan sivil polis olduklarını öğrendiğim iki kişiye birşeyler anlatmaya
çalışıyordu. Polisler beni görünce, bir tanesi… ‘’Ooo Vahram Bey, hoş
gelmişsiniz. Uzun süredir sanırım Moskova’daydınız. Size bazı sorularımız
olacak. Bizimle karakola kadar gelmeniz gerekiyor’’dedi. Ben henüz herhangi bir
şey söylemeden, tiyatronun en sevdiğim elemanlarından Arap İzzet elinde iki
kahve ile aramıza girdi ve bana çıkışarak ‘’Sen ne arıyorsun burada? Çabuk
sahneye…’’ deyip beni itiştirmeye başladı. Adamlara da ‘’Aman memur beyler oyun
devam ediyor, gözünüzü seveyim, salon seyirci dolu. Siz bu arada kahvelerinizi
içip istirahat edin. Oyundan sonra Vahram abiyle konuşursunuz. Şöyle
buyurun.’’diyerek, onları rejisör odasına götürüp kapıyı da kapattı. Adamlar şaşkınlıktan
hiçbir şey diyemediler. Elime beş lira kadar bir para sıkıştırıp ‘’Abi, ne olur
vakit kaybetme. Hemen kaç. Allah’ını seversen durma. Bunlarla gidersen bir daha
geri dönemezsin’’diyerek beni çatıya çıkardı. Oradan gecenin karanlığında bir
iple arka caddeye indim. Sonradan öğrendiğime göre, kaçtığım anlaşılınca benim
yerime Arap İzzet’i tevkif edip karakola götürmüşler. Orada başına çok kötü
şeyler gelmiş. Çok üzgünüm… (Hüzünlenir)
Neyse… Sokakta soğuk havanın etkisiyle biraz kendime geldim. Makyajımı bile
silememiştim. Bulduğum ilk tramvaya atlayarak soluğu limanda aldım. Sabaha
karşı, eline birkaç kuruş sıkıştırdığım bir bekçi beni kalkacak ilk gemiye
almayı kabul etti. Birkaç gün sonra Odessa’daydım.
Muhsin: O zaman apar topar gitmene
çok üzülmüştüm, seninle vedalaşmaya bile fırsat
bulamamamıştık ama sonra gidişinin
senin açından ne kadar hayırlı olduğunu
anladım elbette. Öyle kötü günlerdi ki... Ama
sonra... Sonra yeni bir memleket kuruldu. Ve bu memlekette milli bir tiyatro tesis
edilmesi icap etti. İşte o zaman senin gibi bu memleketin en önemli evlatlarının
yokluğunu acı biçimde hissettik.
Vahram: Aslında buradan giderken bir gün döneceğimi hayal ediyordum. Biliyorsun döndüm de... Ama bu topraklarda
artık istenmiyorduk... İlk film çalışmalarımız için İstanbul'a döndüğümde
başıma gelenler...
Muhsin: Hangisinden bahsediyorsun ilki mi
ikincisi mi? Sinema yaptığı için dayak yiyen ilk insan değildin sonuncusu da
olmayacaksın. (Güler)
Vahram: Latife etmeyin Muhsin Bey. Bir Aşk Faciası'nda
Ermenice konuştum diye sokakta dayağı yiyen, Nur Baba'da da yememek için
tabanları yağlamak zorunda kalan bendim. Biliyorum Muhsin, yaşanan tarihi ben
değiştiremezdim ama yeni bir kurban olmaya da niyetim yoktu.
Muhsin: Nur Baba'da yobaz güruhun hedefi sen değildin ki, hepimize saldırdılar. Kamera ve
ışıkları bile zorlukla kurtardık, hatırlasana. Hepsi üzerimize zimmetliydi… Aşk Faciası'nda da halimiz pek parlak değildi, benim kafam
yarılmıştı, öleceğimi, oradan sağ çıkamayacağımızı düşünmüştüm... Ama
biliyorsun ertesi gün polis zoruyla dahi olsa aynı yerde, aynı insanların
önünde çektik o sahneyi. Mücadele vermeden hiçbir şey kazanılmıyor.
Vahram: (Sözünü keser) Şşşştt! Evet, hala teklifime cevap
bekliyorum... Yeni bir Hamlet diyorum, bugüne kadar yapılmışların en iyisi...
(Sessizlik)
Muhsin: O günlerde en büyük zevkimiz neydi biliyor musun? Seni
izlemek. Jestlerini, mimiklerini, vücudunun duruşunu... Ayna karşısında seni taklit ederdik. Türkçe’n hepimizinkinden
zarifti. İstanbul sahnelerinde Shakespeare’in dizeleri Türkçe olarak ilk senin
ağzından söylendi. Nasıl ezberliyordun o uzun metinleri... İlk provadan
itibaren tüm oyunu hafızadan okurdun.
Vahram: Mubalağa etme canım, bazen takıldığım da oluyordu...
Muhsin: Ben hiç hatırlamıyorum, tevazu göstermene gerek yok.
Vahram: Ya Muhsin bazen çok şaşırıyorum şu söylediklerine...
Konuştuklarını duyan birisi seni mesleğe yeni atılmış acemi bir tiyatro sever
zanneder. Bu adamın Türk Tiyatrosu’nun kurucusu koca Muhsin Ertuğrul olduğuna
kim inanır yahu...
Muhsin: Ben o günlerden bahsediyorum canım... O zamanlar bize
şaşırtıcı geliyordu yani... Biliyorsun o zamanlar tuluat revaçtaydı, rol
ezberlemenin kabiliyetsiz oyuncuların işi
olduğu düşünülürdü.
Vahram: Bu hesapla ben kabiliyetsizin
tekiyim yani öyle mi? (Gülerler)
Muhsin: Sen benim tanıdığım ilk gerçek yıldızdın Vahram. Sen
gittin ve meydan farelere kaldı.
Vahram: Fareli köyün kavalcısı... (Güler)
Muhsin: Keşke geçmişi değiştirmek
elimizde olsaydı...
Vahram: Pişmanlık duymamıza gerek yok Muhsin. İkimiz de olması
gerektiği gibi yaşadık ve olması gerektiği gibi öldük, öleceğiz. Sen benim
kardeşimdin ve hep öyle kalacaksın.
(İki adam tekrar kucaklaşırlar)
Vahram: Amma nazlı adammışsın yahu, hala cevap
vermeni bekliyorum teklifime...
Muhsin: Teklifini kabul edemem çünkü bu dünyada tamamlamayı
düşündüğüm bir başka Hamlet yorumu var kafamda.
Vahram: Biliyorum ama sen oynayamayacaksın, belki talebelerinden biri oynar.
Muhsin: Oğullarım onlar benim. Her zaman olduğu gibi bir baba olarak oğullarımı
düşünmek zorundayım öncelikle. Hayatım boyunca en keyif aldığım şey, seyirci
karşısında olmak, oynamaktı ama oynayabileceğim bir tiyatro yoktu ve ben onu
inşa etmekle geçirdim tüm yaşamımı. Keşke böyle olmasaydı, keşke senin gibi ben
de oynamaktan alınan zevkten mahrum etmeseydim kendimi. Tiyatronun ıvır zıvır
işlerini başkaları yapsaydı.
Vahram: Kendine haksızlık etme Muhsin. Senin yaptıkların da
yabana atılır şeyler değildi. Evet biz Ermeniler bu ülkede tiyatronun yeşermesi
için çok şeyler yaptık, yarım yamalak da olsa bir başlangıç yarattık. Ama harp herşeyi yok etti. Sen ve arkadaşların harabeler arasından sahneleriyle, yazarlarıyla,
oyuncularıyla, seyircileriyle bu memlekette
tiyatroyu yeniden yarattınız. Bense dünya denen sahnede dolanıp duran bir
oyuncuydum sadece. Uzaktan uzağa sana gıpta ettim, bazen kıskandım ama her
zaman saygı duydum.
Muhsin: Bunları ilk defa duyuyorum
senden... Gerçekten gurur duydum. Çok
teşekkür ederim.
Vahram: Neredeyse kırk yıldır görüşmedik ve sanıyorum ki bu
son görüşmemiz olacak sevgili kardeşim. (Sessizlik) Daha önce hiç bahsetmiş miydim sana?
Venedik’teki mektep günlerinden itibaren
Hamlet’te oynamadığım rol kalmamıştır neredeyse. Hatta gençlik günlerimde
Ophelia’yı bile oynamıştım. (Güler)
Sadece tek bir rol, tek bir rolü hiç
oynamadım. (Ayağa kalkar) Şimdi onu
oynamanın zamanı geldi: “Geç kalmayalım, haydi Allahaısmarladık! Gece böceği
solmaya başlayan hararetsiz ateşiyle bana, sabahın yaklaştığını gösteriyor.”
Muhsin: Hayalet, birinci fasıl, beşinci sahne.
Vahram: Allahaısmarladık! Allahaısmarladık! (Üzerindeki ışık söner)
Muhsin: (Kendi kendine) Güle güle, yolun açık olsun.
Sahne
3
(Sahne aydınlanır ve Handan girer)
Handan: Muhsin? N’oldu? Gecenin bu saatinde... Üşümüşsün.
Muhsin: Az önce Ermenistan’dan İstanbullu bir arkadaş aradı.
Vahram ölmüş.
Handan: Vahram?
Muhsin: Vahram Papazyan.
Handan: Vahram Papazyan, Ermenistanlı ünlü Sahkespeare
oyuncusu...
Muhsin: Ansiklopediler öyle yazacak ama o aslında
İstanbullu’ydu. (Masadaki
mektubu uzatır) Elime çok geç ulaştı bu mektup. Gerçi erken gelseydi ne
değişirdi, yapabilir miydim benden son isteğini?
Handan: (Mektubu
alır ve okumaya başlar)
"Très cher ami Muhsin Bei,Voilà bien
longtemps que je n’avais pas l’occasion d’avoir des nouvelles de vous et
surtout de vous écrire. J’espère que cette lettre t’arrivera."
Vahram'ın sesi: "Çok sevgili Muhsin Bey, sizden uzun
süredir hiçbir haber alamadım ve size yazma olanağı bulamadım. Umarım bu mektup
eline ulaşır. İstanbul veya Ankara'da sahneye çıkmak istiyorum. Henüz vaktimiz
varken bu işte bana yardımcı olmanı rica edeceğim. Bu nedenle senden ricam: bir
dilekçe hazırlayıp Moskova'ya, aslını da benim adresime göndermen, ki buradan takip
edebileyim. Sayad Bey, dilekçemi hangi adrese göndereceğini sana bildirecek.
Senin uygun göreceğin bir rolü halen oynayabilecek haldeyim. Türkçe veya başka
bir dilde. Her zaman dostun ve kardeşin Vahram Papazyan. Erivan 1964."
Handan: Üzüldüm. Bu kadar yakın olduğunuzdan haberim yoktu.
Muhsin: Yakındık. Şimdi daha iyi anlıyorum ki çok yakındık.
Handan: Görüşür müydünüz?
Muhsin: Hayır. Belki kırk senedir hiç görmedim onu. Ama sanki
bu gece...
(Sessizlik)
Handan: Ben sana sıcak bir ıhlamur demleyeyim, hasta
olacaksın.
Muhsin: (Masadaki şişeyi gösterir) Ararat içtim şimdi. Onun üstüne hiçbir şey gitmez. (Sessizlik) Vahram Papazyan. Bir papazın
oğlu değildi ama papaz olsun istemişti dini bütün bir Hristiyan olan babası.
Oğlunu Venedik’e gönderdi feyz alsın diye San Lazzaro’daki rahiplerden. Vahram
ise başka bir din seçmişti kendisine ve büyük bir imanla sarılmıştı tiyatro
perisine. Doğduğumuzda her ikimiz de farklı dinlere mensuptuk ama sonra
tapınağımız tiyatro, kitabımız Hamlet oldu.
Allah rahmet eylesin.
Handan:Toprağı bol olsun.
Muhsin: Yo yo, çekinmeden “Allah rahmet eylesin”
diyebilirsin. Birgün Vahram bana, “siz Müslümanlar ölen bir Hristiyan’ın
arkasından neden hiç Allah rahmet eylesin demezsiniz” diye sormuştu. Ben de
“özel bir nedeni yok, ben herkes için toprağı bol olsun derim" demiştim. O
zaman bana, “madem ki yukarıdaki Allah aynı Allah, bir Müslümana sunduğu
rahmeti bir gayrimüslimden esirgemez” demişti. Allah rahmet eylesin.
Handan: Allah rahmet eylesin.
Muhsin: Ermenistan devleti ona resmi bir merasim düzenleyecektir. Hemen
her Ermeni mezarlığında bulunan sanatçılar bölümüne defnedilecek. Adına
tiyatrolar kurulacak, oyunlar oynanacak.
Kitaplara konu olacak hayatı. Ama burada,
doğduğu yerde, hiç kimse hatırlamayacak adını. Belki yarın bir gazetede küçük
bir haber olur ölümü, belki de kaybolur gider, hatıralarda
kalır ömrü. O yüzden sevgili karıcığım,
burada ve şu anda onun adına küçük bir merasim yapalım ve birer bardak Ararat içerek onu hatırlayalım. (Doldurur.
Ayağa kalkarlar.) Şerefe!
Handan: Şerefe!
(Müzik, ışık, perde.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder