Hepimiz bekliyorduk. Ostermeier’in “Bir Halk Düşmanı”nı
izlemeye hazırlanıyorduk. İbsen’in 150 yıl önce liberalizmin ikiyüzlülüğünü
anlatan; tek amacı kâr olan etik değerleri yok olmuş bir sosyo-ekonomik
sistemin insanlığa ait tüm değerleri nasıl yok ettiğini ortaya koymak için
kaleme alınmış oyununu çağdaş bir dramaturji ile izleyecektik. Schaubühne
oyuncuları büyük hesapların peşinde koşan büyük adamları ve küçük hesapların
peşinde koşan küçük insanları sunacaktı Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun
sahnesinde. Ama birden kendimizi Brecht’in “Turandot”unda bulduk. Sarı Irmak
gerçekten var mı, yoksa sadece algılarımızın bir ürünü mü diye tartışacakken ırmak
taştı ve hepimiz boğulduk. Her gün birer birer, onar onar ölen adını bile
duymadığımız, hikâyesi ve tarihi olmayan insanların bir günde yüzlercesi ölünce
Soma’daki maden işletmelerinden sızan karbonmonoksit gazı bütün bir ülkeyi
boğdu ve ışıklarını yitiren madenin karanlığı içimize oturdu.
Ekonomik liberalizmin sınır tanımaz laissez faire laissez passerciliği yaşadığımız dünyaya insanlık
tarihinin en büyük iki savaşını hediye etmişti. O savaşta insanlığın büyük
umutlarına; bilime, teknolojiye, akla ve insanlığa duyulan inancın kesik bir
yara gibi kanayan çamurlu siperlere gömülüşüne tanıklık edilmişti. Şimdi hiç de
kısa sayılamayacak bir süredir tüm dünyada sınır tanımaz biçimde yükselen
neo-liberal politikalar yeni ölümler hediye etmeye devam ediyor insanlığa. Kalkınma,
ekmek, aş derken her gün ölüyoruz: kimimiz bedenen, kimimiz ruhen, kimimiz her ikisini
de yitirerek. Kapitalizmin insanlığı mutlu edemeyeceği zaten ortaya çıkmıştı,
halklar ayaktaydılar, yöneticilere karşı sokaklara taşan büyük bir öfke vardı. Çevreye,
insana, kültüre ve tarihe gelmiş geçmiş en büyük tahribatları yaşatmış olan ve
yaşatmaya devam eden bu sistemin ne zaman öleceği konuşulur olmuştu son
yıllarda. Düşünürler ve bilge kişiler hesap kesmekte yarışır olmuşlardı. Ama bu
kadarı fazla oldu. Bu kadar “gerçeklik” bizim kaldırabileceğimizden çok daha
ağır.
Soma’da bir halk düşmanına mı ihtiyacımız var? Kâr dışında hiçbir
şey düşünmeyen, “verimlilik” denen insanı bir takım rakamlardan ibaret gören
insanlık dışı bir ilkeyi şiar edinmiş, gökdelenlerine ekledikleri katlarla adeta
tanrı katına ulaşmaya çalışan ve Babillilerden kat be kat bağnaz bir aymazlığa
düşmüş şirketlere pabuç bırakmayacak bir halk düşmanına? “Bu madenler iflas
eder ve kapanırsa üç kuruşluk gelirimizden de oluruz” diye düşünen orta
sınıfları şeytanla aynı masaya oturmakla itham edecek zehirli bir dille konuşan
gerçek bir halk düşmanına? “Geçinmek için bu işe ihtiyacımız var” diye
düşünerek kendi durumunu kabullenmiş ve “maden açıldığında yine gireceğim”
diyecek kadar çaresizlik içinde hisseden işçilere seslenecek halkın gerçek bir
düşmanına? Büyük ihtimalle boşuna bekliyor olacağız ve halkın düşmanını sadece sahnede
görmekle yetineceğiz. Geçmişte “doğru”yu söylemek için her türlü zorluğa meydan
okumayı seçen Dr. Stockmann’ın tek bir doğrusu var: Ödenmesi gereken kredileri
var.
Lanetli kehanetler üretmek için kaleme alınmış “Hamletmaschine”
adlı o uğursuz metinde bir imge hediye etmişti Müller bize: Gösterinin bir
anında tüm dekorlar değişir ve sahneye bir buzdolabı getirilir, az sonra o
dolaptan kanlar akmaya başlayacaktır. Yetmişli yılların sonunda yazılan, iki
bloklu dünya sisteminin son günlerinin yaklaşmakta olduğunu vazeden bu metin bize
artık yeni buzdolapları almak için yaşayacağımızı ama sonucun değişmeyeceğini ima
etmişti: Kapitalizm öldürür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder