25 Eylül 2014 Perşembe

Dogville ve Manderlay Üzerine Brechtyen Bir Beyin Jimnastiği


Bu yazı 25 Nisan 2013 tarihinde Agape Film Çalışmaları kapsamında yapılan bir söyleşinin notlarından yararlanılarak kaleme alınmıştır.

Yakın zamanda ülkemizde sakıncalı bulunarak yasaklanan filmi “Nymphomaniac” ile gündeme gelen “sansasyonsever” yönetmen Lars von Tirier’nin 2003 yılında gösterime giren ve “Fırsatlar Ülkesi: Amerika” üçlemesinin ilk filmi olan “Dogville” tiyatrocuları oldukça heyecanlandırmıştı. Trier hiç şüphesiz 20. yüzyılı yeni milleniuma bağlayan zaman aralığı içerisinde yaşamış en sıra dışı, en deneyselci sanatçılardan birisi. Her filmi sinema alanında yeni bir dil arayışına, avangart bir girişime kapı aralıyor, beğenilsin beğenilmesin ses getiriyor. Her zaman bizim istediğimiz sözcüklerle konuşmasa da Trier, içinde yaşadığımız döneme dair bir sözü olan ve bu sözü sanatsal araçlarla dillendirmeyi tercih eden bir yönetmen. Son parçası eksik kalan “Fırsatlar Ülkesi: Amerika” üçlemesi de benzer kaygılarla gündeme gelmiş bir projeydi.

Üçlemenin tamamlanan ilk iki filminde, “Dogville” (2003) ve “Manderlay”de (2005), Lars von Trier’nin Brecht’in tiyatroda geliştirdiği sanatsal ve estetik yaklaşım üzerine bir araştırma denemesine giriştiğine ama (tahmin edileceği gibi) bununla yetinmediğine; önce tüm taşların yerli yerine oturmasına müsaade edip sonra söz konusu estetiği dönüştürmenin yollarını aradığına tanıklık ediyoruz. İlk film tamamlanıp, henüz kopyaları dağıtıma çıkmadan önce imajları kamuoyuyla paylaşıldığında Brecht’in “Epik Tiyatro” olarak bilinegelen teatral yaklaşımının sinema perdesinde yeniden hayata geçirildiği yolunda değerlendirmeler yapılmıştı.  Bu ilk değerlendirmelerden itibaren üçlemede yönetmenin ortaya koymaya çalıştığı üslubun Brecht’in sanat ve estetik kuramıyla olan bağlantısı oldukça biçimci bir düzeyde ele alındı. Gerçekten de ilk bakışta, Trier’nin de Brecht’ten esinlenerek anti-illüzyonist bir yaklaşımı benimsediği hemen görülen bir gerçeklikti. Brecht’in kendi döneminde tiyatroda egemen olan doğalcı/natüralist yaklaşıma karşı anti-illüzyonist bir yaklaşımı benimsediği bilinen bir olgudur. Lars von Trier de üçlemenin ilk iki filminde, endüstriyel sinemanın gelişmiş teknolojileri devreye sokarak sinema salonunda açığa çıkardığı hiper-gerçeklik olgusuna karşı aynı tavrı savunmaya çalışıyordu. Kendine kurallar ve sınırlar koyarak çalışan bir yönetmen olduğu çok iyi bilinen Trier’nin bu projede yürüttüğü deney, tüm başarı ve popülaritesini içerdiği yüksek illüzyonist araçlardan alan bir sanat dalında anti-illüzyonist bir dil kurmanın mümkün olup olamayacağı sorusuna yanıt bulmayı amaçlıyordu. Bu bağlamda artık sıradanlaşmış Brechtyen teknikler (işlevsel dekor, hikâyenin akışını önceden seyirciye aktaran pankartlar, sınırlandırılmış oyunculuk ya da kesintili bir akış oluşturarak seyircinin kendisini hikâyeye kaptırmasına izin vermek istemeyen epizodik yapı, seyirciye bir tiyatro salonunda olduğunu tartışmaya yer olmayacak biçimde gösteren “açık” bir çevre tasarımı gibi) filmlerin üslubu içerisinde belirgin biçimde ön plana çıkıyorlardı. Dolayısıyla filmin Brechtyen estetikle bağını ortaya koymak isteyenler, ilk etapta bu tekniklere dikkat çektiler. Ancak söz konusu üçleme dahilinde çekilen her iki film de ele alındığında, tüm anti-illüzyonist niteliklerine rağmen kullanılan teknikler izlemekte olduğumuz eserleri birer sinema yapıtı olmaktan çıkarmamaktaydı. Sonuçta Trier tiyatroya esir olan değil, tiyatrodan yola çıkarak kendi rüştünü ispatlayan bir sinema estetiğinin peşindeydi ve izlediğimiz her iki eserde de bunun başarıyla hayata geçirildiğine tanıklık ettik.

Berecht’in eserleri ve kuramıyla kurulan paralelliğin tematik boyutuysa izleyebildiğim kadarıyla çok fazla öne çıkarılmadı. “Dogville” ve “Manderlay”de bize sunulan dünya, temsiliyetini Brecht’in özellikle 1930’larda yazdığı oyunların (ör. “Üç Kuruşluk Opera”, “Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü” ve “Mutlu Son” gibi operaların) dekorunu oluşturan gangsterlerin Amerika’sında bulmaktaydı. Bu oyunlarda çağın yükselen gücü Amerika, kapitalist sistemi eleştiriye tabi tutmak için bir metafor haline getirilmekteydi. Gücü ve zenginliğiyle Atlantik’in karşı kıyısındakilerin gıptayla baktığı bir ülke olan ABD, henüz hegemonik bir süper güç rolünü oynamadığı bu ara dönemde, fırsatlar ülkesi olma vasfını hala koruyordu. Bir dünya savaşından çıkmış ve ikincisine hazırlanan Avrupa’nın kasvetli havasının aksine yaşam tarzıyla, modasıyla, müziğiyle ABD özellikle sanatçılar açısından önemli bir çekim merkezi durumundaydı. Brecht gibi kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir sanatçının bile Nazi rejiminden kaçtığında SSCB yerine ABD’ye sığınmayı tercih etmesi bu konuda en radikal sistem karşıtı muhaliflerin bile kafasının ne denli karışık olduğunun en güzel örneklerinden birisidir. Aslına bakılırsa kapitalist sistemin bireylerde yarattığı şizofreni ya da sistemin kendisinin şizofrenik niteliği Brecht’in oyunlarında sıkça altını çizdiği bir olgudur. “Sezuan’ın İyi İnsanı” bunlar içerisinde belki de en bilinenlerinden birisidir ve “Dogville-Manderlay” ikilisinin bu oyun üzerine yapılmış özgün bir çeşitleme olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

Biçim ve temanın ötesinde, genel estetik kuram açısından ne türlü paralellikler bulabiliriz? Brecht’in kuramı çok önemsediği ama iyi bir kuramcı olmadığı söylenir. Bu kendi kuramcılığını hiçbir zaman deneyselci, avangart uygulamacı kimliğinden daha önemli görmemesiyle ilgili bir durumdur. Brecht de tıpkı Trier gibi, her çalışmasında yeni estetik denemeler içerisine girmeyi ve projelerine birer sanatsal deney olarak bakmayı tercih etmiştir. Çalışmalarını “deneme” adıyla kaleme almış ve sık sık değiştirmiştir. Bu nedenle onun farklı dönemlerde kaleme alınan kuramsal makaleleri kimi zaman birbiriyle çelişen nitelikler taşıyabilir. Ama yine de Brecht’in eserlerinin özünü temsil eden ve yaptığı işi anlamlandırmasını sağlayan bazı önemli kavramlardan bahsetmek mümkündür. Örneğin çok sıklıkla telaffuz edildiği gibi Brecht özdeşleşmeye değil yabancılaştırmaya dayalı bir estetikten yanaydı. Yukarıda bahsettiğimiz illüzyonist anlayışa savaş açmasının en temel nedeni de buydu. Seyircisini oyuna kapılıp giden değil, oyun üzerine düşünen ve oyunu sorgulayan bir tavır içerisine sokmak için uğraşıp duruyordu. Artık bazıları klişeleşmiş olan “yabancılaştırma efekti” adını verdiğimiz teknikler bu amaçla icat edilmişlerdir. “Dogville” ve “Manderlay” için de aynı estetik tercihlerin devrede olduğunu görürüz.

Trier giriştiği özgün Brecht araştırmasında kimi zaman Brecht’ten aldığı yabancılaştırma efektlerini büyük bir ustalıkla kendi eserlerinin içine monte etmiş, kimi zaman da (boynuzun kulağı geçmesi misali) Brecht’ten çok daha yaratıcı efektler bulmasını bilmiştir. Çok bilinen bir örnekten yola çıkarak konuyu somutlaştıralım: Shakespeare’in “Coriolanus”  oyunu üzerine Berliner Ensamble’da Brecht yönetiminde gerçekleştirilen bir toplantıda oyunun ilk sahnesinde ayaklanmış halk kitlelerinin, ünlü Romalı orator Menennius Agrippa’nın yaptığı bir konuşma sonrasında ayaklanmayı sona erdirdikleri ilk sahne üzerine konuşulur. Ekibin dramaturglarından birisi ayaklanmış bir halk kitlesinin amacından bu kadar kolay vazgeçmesini çok inandırıcı bulmadığını belirtir. Brecht ona bu sorunu not etmesini ve sahneleme sırasında bir çözüm bulmaları gerektiğini söyler. Oyunun yeni versiyonunda sorun şu şekilde çözülmüştür: Menennius Agrippa öfkeli kalabalığa konuşurken, Corialan yönetimindeki tam donanımlı bir lejyon birliği sessizce sahneye girer ve onun arkasında durur. Durumun farkında olmayan orator konuşmasının yarattığı etkinin gerçek nedenini anlamaz. Oysa öfkeli halk kalabalığı (tabii ki seyirci) ayaklanma sona ermediği takdirde neler yaşanacağını açık biçimde görme şansına sahiptir. Berliner Ensamble kendi versiyonunda orijinal metne neredeyse hiç dokunmadan sahnenin temel dengelerini tümüyle yeniden kurmuştur. Dersini iyi çalışan Trier, bu efekti “Manderlay”ın açılış sahnesine aynen monte etmiştir. Babası “Dogville”in son sahnesinde Grace’e aşağı yukarı şu sözleri söyler: “Halkı değiştirmek istiyorsan bunu kendini feda ederek değil, güç kullanarak yapabilirsin. Aksi takdirde yoksullar seni dinlemeyi kabul etmezler.” İkinci film adeta bu tezin test edilmesi amacıyla çekilmiştir. “Manderlay”in açılış sahnesinde siyahi bir kölenin ibret-i alem olsun diye kırbaçlandığı bir sahne vardır. Tam bu sırada Grace kadraja girer ve kâhyanın elindeki kırbacı çekip alır. Güney eyaletlerinin ırkçı ve cinsiyetçi atmosferinde asla karşılıksız kalmayacak bu hareket karşısında kâhya kılını bile kıpırdatamaz. İlk anda bunun Grace’in kişisel gücünden kaynakladığını sanırız ama o anda kadraja giren makineli tüfek taşıyan bir gangster, Grace’in babasının adamlarından birisi, güç dengelerinin “beyaz kadından” yana olmasının gerçek nedenini anlamamızı sağlar.

Bu türden Brecht’in eserlerinden montajlanan yabancılaştırma efektlerinin yanı sıra, Trier kendisi çok daha akılda kalıcı efektler yaratmıştır. Bunlardan birisi Brecht’ten esinlenerek kurulan açık çevre tasarımı yardımıyla sağlanıyordu. Filmi izleyenlerin hatırlayacağı gibi, “Dogville”de Trier tüm filmi açık bir stüdyoda çekmiş, tüm mekânlar dev bir krokiyi andıracak biçimde beyaz çizgilerle zemine çizilmişti. Duvarların olmadığı bu dev mekanda, uygun kamera açısı yakalandığında neredeyse tüm kasaba halkı kadrajın içerisine sığmaktaydı. Tabii ki bu esnada tüm oyuncular sanal duvarların arkasında hareket etmekteydiler ve asla birbirleriyle temas etmemekteydiler. İşte kasabanın iyilik perisi olan ve herkese karşı sınırsız bir hoşgörüyle yaklaşan Grace (ismin “şükran” anlamına geldiğini unutmayalım) bu çevre tasarımının içerisinde ilk kez tecavüze uğradığında, bu eylem kelimenin tam anlamıyla tüm kasabanın gözü önünde gerçekleşmekteydi. Çok çarpıcı biçimde tüm kasaba normal bir ritimde gündelik hayatını sürdürürken, alış veriş yaparken, küçük kızlar dehşet dolu sahnenin hemen önünde sek sek oynamaya devam ederken Grace çaresiz biçimde yardım eli aramaktadır. Sahnenin metaforik anlamda değil, gerçek anlamda tüm kasabanın gözleri önünde gerçekleşmesi çok çarpıcı bir yabancılaştırma efektidir.

Ancak “Dogville” ve “Manderlay” de bu yabancılaştırmanın zaman zaman kırıldığına tanıklık ederiz. Tiyatro sahnesinin aksine doğrudan değil kameranın gözü aracılığıyla izlediğimiz bu sahneler zaman zaman “close up”larla bölünür. Genel çekimin aksine bu anlarda “teatral” olan yerini yumuşak bir geçişle, biz hiç farkına varmadan “sinemasal” olana bırakır. Bu anlarda perdede dramatik bir etki oluştuğuna tanıklık ederiz. “Dogville”de Tom ile Grace arasındaki romantik sahneler bunun örneklerinden birisidir. Ama aslında bu anda bile Brecht’in yabancılaştırmaya dayalı estetiğinden vazgeçilmiş değildir. Fransız düşünür Althusser, “Materyalist Bir Tiyatro Üzerine Notlar” başlıklı ünlü makalesinde özdeşleşme ve yabancılaştırma arasındaki bu ilişkiyi bir ayna metaforu üzerinden açıklar. Ona göre Brecht’in yabancılaştırma estetiğinin gerçekten işlevini yerine getirebilmesi için ilk aşamada özdeşleşmeden yararlanması kaçınılmazdır. Sahnede kendimizi tanıyacağımız bir ayna sunulur bize. Orada kendimizi tanırız (özdeşleşme) ama o anda ayna uzaklaşır, yakınlaşır ya da ortadan kaybolur (yabancılaşma). “Dogville”i düşündüğümüzde filmin sonundaki katliam sahnesinin istenen etkiyi sağlaması için öncesinde bizim Grace’le özdeşleşmemiz, ona acımamız, onun gözünden bakarak kasaba halkından nefret etmemiz önemlidir. Sinemasal araçlar bu duyguları tiyatro sahnesine oranla çok daha güçlü açığa çıkarırlar ve finalde tüm ayrıntılarıyla sergilenen katliam sahnesi bu yüzden bizi çok rahatsız eder. Gerçek bir yabancılaşma gerçekleşir.

Diğer bir Brechtyen kavram olan gestuslara dayalı anlatım açısından da Trier’nin eserlerinde çok çarpıcı örnekler bulmak mümkündür. Örneğin “Dogville”de kasabalılar tarafından tecavüze uğradıkça “iffetsizleşen” Grace’in kasabadaki konumunu belirlemek ve kaçmasını engellemek için ayağına bağlanan çan kasabalıların evlerinden toplanan çeşitli malzemelerden imal edilmiş kolektif bir pranga olarak işlev görmektedir. Son ana kadar hala bir umut öğesi konumundaki Tom, Grace’e yardım etmek için birlikte oldukları sırada onun çanını taşır ama ona prangalarından kurtularak özgürleşmesi için yardım etmez. Toplumsal ilişkilerin temelinde yatan baskı ve iktidar mekanizmalarının açığa çıkarılmasına dönük güçlü imgelerdir bunlar.

Brecht son dönemlerinde yaptığı tiyatroyla özdeşleşmiş olan “Epik Tiyatro” kavramına sorgulayıcı yaklaşmaya ve kendi tiyatrosunu “Diyalektik Tiyatro” olarak adlandırmaya başlamıştı. “Sezuan’ın İyi İnsanı”nda burjuva liberal ahlakının bize evrensel bir norm olarak sunduğu “yeterince iyilik yapılırsa dünya çok daha yaşanılası bir yer olurdu” tezini alıp tiyatro sahnesinde teste tabi tutar. Ürettiği anti-tez, “bu şartlar altında dünyada iyilik yapmak mümkün değildir” şeklindedir. Ama diyalektik materyalizmin üçüncü aşaması olan “sentez” aşaması oyunda kendine yer bulamaz. Brecht bunun gerçek hayatta seyirci tarafından yapılması gerektiği düşüncesindeydi. “Dogville”de de benzer bir tez ele alınır ve aynı biçimde çözümsüzlüğün ağır bastığı bir finale ulaşılır. Kasabada yaşayanların içinde bulunduğu yoksulluk ve yoksunluk durumunu kader olarak algılayamayız. Oyunun akışı içerisinde Grace’e yapılanları kabullenemeyiz. Finalde sergilenen katliamı da onaylayamayız. Ve nihayetinde ilk film büyük bir açmazla sona ererken Grace’in babası yeni tezı dillendirir: “Yoksullara karşılıksız bir fedakârlık sergileyerek yardım edemezsin, onları ancak güçle yönlendirebilir ve güç aracılığıyla yardım edebilirsin.” İkinci film de bu tezin test edilişine zemin hazırlar ve onu aynı biçimde uçurumdan aşağı yuvarlar. Üçlemenin Grace’in Washington’a, iktidarı devralmaya koştuğu aşaması çekilmediği için proje hakkında genel olarak konuşmamız mümkün olmaz ama ilk iki film bize çözümlerden ziyade yeni sorunlar sunarak kapanır.  Brecht’in diyalektik anlayışıyla uyumlu biçimde.

Sonuçta Trier’nin “Fırsatlar Ülkesi: Amerika” üçlemesinin ilk iki filmi, tam da Brecht’in savunduğu gibi Amerika’nın ve onun hegemonu olduğu içinde yaşadığımız sistemin bir tarihselleştirmesini yapar. “Eski Amerika” ile dünya liderliğine oynayan “Yeni Amerika” arasındaki değerler ve güç çatışmasını metaforik bir yaklaşımla gözlerimiz önüne serer. Grace çekilmeyen üçüncü filmde muhtemelen Washington’a gidip iktidarı alacaktı ve bu savaş tamamlanacaktı ama şu an için önemli bir eksik parçayla yine de bu iki film ırkçılık ve yoksulluk üreten bir sistemin kendi içinde revizyona gidip yeni bir vizyon üretme çabalarına ve bu sırada yaşadığı açmazlara dikkat çekmekte. Her iki filmin de finalinde “Fırsatlar Ülkesi” imajının perdeye yansıyan yoksulluk görüntüleriyle yerle bir olması, “Amerika”nın da beş yüz yıllık bir zaman diliminde gezegenimize yavaş yavaş hâkim olan bir sisteme alternatif bir açılım sağlayamadığı ve sağlayamayacağı anlamına gelmekte. Yeni milenyumun ilk yıllarında Trier’in yankıladığı ses, bir önceki yüzyılın başında Brecht ve benzeri muhalif sanatçıların sözlerini kulaklarımıza taşıyor. Elbette tümüyle yeni ve özgün bir şekilde.



3 Eylül 2014 Çarşamba

Neo Liberalizm Karşıtlığı, Kültür Endüstrisi ve Tiyatro

İstanbul Tiyatro Festivali’nde Propeller ve Schaubühne’nin oyunlarını izledikten sonra tiyatro gündemine ara vererek ve tatilin yarattığı boşluktan da yararlanarak yabancı dizi sektörüne bakma şansı buldum. Amerika ve Avrupa’da üretilen ve sayıları yüzleri bulan bu diziler, uzunca bir süredir Türkiye’de de internet üzerinden ciddi bir seyirci kitlesine ulaşmakta. Özellikle bilişim teknolojileriyle aşırı içli dışlı olan genç nüfus, çok farklı tür seçenekleri içerisinden kendi zevkine uygun bulduklarına neredeyse hiçbir sınırlama olmaksızın ulaşılabilmekte. Ben özellikle içinde bulunduğumuz sistemik krizin, küresel muhalefet biçimlerinin ve hegemonik güç olarak ABD’nin tutumunun bu dizilerde nasıl sunulduğuyla ilgilendiğim için Nikita, Homeland, Black List, Person of Interest, Continuum gibi ulusal ya da uluslararası komplo, suç, casusluk ve terör/karşı-terör konuları üzerine kurulu olanların üzerinde durmayı tercih ettim. Yerli muadilleri Kurtlar Vadisi ile karşılaştırıldığında çok daha büyük bütçelerle ve nispeten “daha insani” çalışma koşulları içerisinde üretilen bu dizilerin sanat yönetimlerinin çok daha güçlü olduğu, geniş bir coğrafyada geçen olaylar etrafında yoğunlaşan senaryoları nedeniyle de çok daha küresel bir izleyici kitlesine ulaşmayı amaçladığı ortada. Dünyaya, emperyal bir gücün penceresinden bakma şansı veren bu dizilerin genel bir analize tutulmasının sanat endüstrisinin politik işlevlerini anlamlandırma açısından bize önemli veriler sağlayacağını düşündüğüm için bu konuda bir deneme yapmaya çalışacağım.

Öncelikle Amerika’daki kültür endüstrisi, yukarıda da değindiğimiz gibi internet kullanımının dünya üzerindeki hızlı yayılışına paralel biçimde hiç olmadığı kadar güçlenmiş durumda. Bununla doğru orantılı olarak sektöre dönük finansal ve insan gücüne dayalı kaynak aktarımında bir yoğunlaşma yaşanıyor. 2012 verilerine göre milenyumun ilk on yılında eğlence sektöründe istihdam edilen nüfus resmi rakamlara göre % 20, bağımsız çalışanları da dikkate alırsak %43 artış göstermiş durumda. Bununla doğru orantılı olarak eğlence sektörü %66’lık bir büyüme göstermiş durumda.[1] Uzmanlaşma, bilgi birikimi artışı ve finansal kaynakların gelişimiyle doğru orantılı olarak prodüksiyonların niteliğinde büyük bir sıçrama olduğu da ortada. Eskiden Amerikan sinema sektörünün tek başına taşıdığı küresel bayrağı şimdi televizyon sektörü de sırtlamış görünmekte.

Tüm bu veriler ışığında yukarıda bahsettiğimiz televizyon dizilerinde çizilen dünyaya biraz daha eleştirel bakmayı deneyelim. Öncelikle bu dizilerin büyük oranda internet teknolojileriyle içli dışlı olan küresel genç nüfus tarafından izlendiğini yeniden hatırlatalım. Aynı kesim doğudan batıya tüm dünyayı sarsan sistem karşıtı hareketlerin de lokomotif gücü olmaya aday. Diğer bir deyişle sistemin içinde bulunduğu kriz nedeniyle kapsamakta zorlandığı ama kendi geleceğini yeniden üretebilmek adına mutlaka kapsaması, dönüştürmesi ve ehlileştirmesi gereken bir kitleden söz ediyoruz. Bu noktada sistemin her geçen gün çok daha fazla finansal yatırım yaptığı dizi sektörünün bu genç nüfusa nasıl bir dünya tasavvuru sunduğu önem kazanıyor. İlginç bir biçimde bu dizilerin neredeyse tamamında tüm dünyada son otuz yıla damgasını vuran neo-lberalizmin bir “kötülük kaynağı” olarak sunulduğunu görüyoruz. 80’lerin gözdesi olan girişimcilik, borsa, finans, kar gibi kavramlar bu dizilerde toplumsal yapıyı ve bireylerin en temel haklarını sürekli tehdit eden özel şirketlerin demagojik unsurları olarak sunuluyorlar. Onların sınır tanımayan kar hırsı kamusal ve çevresel kaynakları hızla yok etmekte ve insanlığın gezegenimizdeki varoluşunu tehdit eder hale gelmektedir. Üstelik bu kendi çıkarları gereği her türlü değeri ayaklar altına almaktan çekinmeyecek yapıların devlet mekanizmasını ele geçirmesiyle ABD ve Batılı müttefikleri tüm dünyada nefret edilen güçler haline gelmişlerdir. Ortadoğu, Afrika ve Asya’da yapılan operasyonların bedelini her halükarda geniş halk yığınları ödemekte, kaymağını ise küçük bir grup elit paylaşmaktadır. Özetle, bu diziler neo-liberalizm karşıtı bir dramaturji içerisinden konuşmayı tercih etmekte ve bunu yaparken potansiyel izleyicisi olan genç nüfusun muhalif dilini de bir malzeme olarak  kullanmaktan çekinmemektedir.

Diğer yandan “tüm kötülüklerin anası olan neo-liberal sosyo-ekonomik politikalar”a karşı sokaklara çıkmış durumdaki milyonlarca muhalifin bizzat kendileri bu dizilerde nasıl sunulmaktadır? Tahmin edileceği üzere bu dizilerde küresel muhalefete katılmış gençler kandırılmış saf çocuklar olarak çizilmektedirler. İsyan ve öfkeleri naif ve meşru duygular olarak sunulurlar. Son otuz yıldır yaşadığımız gezegende sürekli tahribat yaratarak insan ırkının geleceğini tehdit eder hale gelmiş olan bir sisteme karşı ayaklanmaları anlaşılır bir durumdur. Ancak onların da çok dikkatli olması gerekmektedir; sistem içerisindeki adaletsiz paylaşım mekanizmalarının ortadan kaldırılması değil, yeniden bölüştürülmesi amacıyla mücadele veren farklı çıkar odaklarının maşası haline gelme olasılıkları çok yüksektir. Tıpkı Gezi Parkı’nda ağaçları koruyan gençlerin uluslararası bir komplonun (!) parçaları haline gelmeleri gibi değil mi?

Peki bu noktada Batı merkezli kültür endüstrisinin bu karlı ürünlerinde bizlere sunulan çözüm nedir? Hem vahşi kapitalizmin sınır tanımazlığına dur deyip, hem de “sınırsız anarşi” isteyen kötü niyetli odakların maşası olmaktan nasıl kurtulabileceğiz? Cevap sizi şaşırtmayacaktır: Yenilmeyen, yıkılmayan güçlü bir devlet sayesinde. Bu dizilerde her şeye rağmen “kötülüklerle” mücadele eden kamu görevlilerine rastlarız. Çoğu fedakârca yürütülen mesleki görevler yüzünden ailesini, bedensel ve ruhsal sağlığını yitirmiş, insanlık dışı koşullara maruz kalmayı göze almışlardır. Buna rağmen mücadeleyi bırakmazlar. Ama devlet zayıftır. Bir hastalık gibi tüm toplumu sarmış olan ahlaki yozlaşma devletin içerisinde de ipleri eline almıştır. Rüşvet alan kamu görevlileri, satılmış politikacılar vs… türünden her türlü klişe mevcuttur bu hikâyede. İhtiyaç duyduğumuz şeyse zayıf devleti yeniden güçlendirmek ve kamu yararını koruyacak biçimde yeniden yapılandırmak olmalıdır. Kısacası bu dizilerin şiarı  “millet eğilmez, devlet yenilmez”dir. Tipik bir sol gösterip sağ vurma taktiği değil mi?

İşte bu noktada geçtiğimiz sezon izlediğim oyunlardan birkaçı geldi aklıma: İBŞT’den Engin Alkan rejisiyle “Vişne Bahçesi”, Propeller Theatre Company’den Edward Hall rejisiyle “Yanlışlıklar Komedyası” ve Schaubühne’de Thomas Ostermeier rejisiyle “Bir Halk Düşmanı”. Bu üç oyunun çeşitli ortak noktaları vardı. Öncelikle üçü de klasikleri güncelleyerek onlar üzerinden günümüze dair söz söyleme isteğindeydiler. Çehov'un, Shakespeare'in ya da İbsen'in farklı yüzyılların ama aynı "çağın" anlatıcısı olduğu gerçeğinden hareketle, onların yazdığı metinleri çağdaş dramaturjilerle sahneye taşıma iddiasında idiler. Ve her üç oyun da, ister istemez, içinde yaşadığımız ve krizde olduğu aşikar olan sisteme dair eleştirel bir yaklaşım barındırıyorlardı. "Vişne Bahçesi"nde Türkiye'ye has koşullar içerisinde, neo-liberal politikalar çerçevesinde geçmişin güçlü azınlığından yeni yetme İslami "burjuvaziye" servet transferi yapılırken, aslında kapitalizm yeni bir evresine nasıl geçilmekte olduğu ve bu değişim esnasında sistemin ne denli yıkıcı ve vahşi olabileceği ortaya konuyordu. "Yanlışlıklar Komedyası"nda kostüm ve çevre tasarımı 80'ler’e referans edecek biçimde düzenlenmiş ve Batı'da Reagan-Teacher politikalarıyla özdeşleştirilen neo-liberalizmin altın şafağı baz alınarak burjuva "ahlaksızlığı" masaya yatırılmıştı. Shakespeare’in yüzlerce yıl önce henüz yeni yeni oluşmakta iken eleştiriye tabi tuttuğu burjuva toplumunun çocukluk hastalıklarında hiçbir değişim olmadığı, kapitalizmin ve onun temel değerlerinin 7’sinde neyse 70’nde de o olacağı ima edilerek bu sistemin iflah olamayacağı sergilenmeye çalışılmıştı. "Bir Halk Düşmanı"nda ise bir kamu görevlisi işini dürüstçe yapmaya kalktığında yöneticiler ve çıkar odakları tarafından nasıl boğulacağı, bir model oyun üzerinden tartışmaya açılmıştı.

Üç oyunda da belirgin bir neo-liberalizm karşıtlığı görülmekle beraber hiçbiri salonda bulunanları devlet babaya sığınmaya davet etmiyor, aksine imalı ya da açık bir biçimde bu sistemi değiştirmek için bir şeyler yapmaya çağırıyordu, elbette ki çok farklı üsluplar içerisinde. “Vişne Bahçesi”nde oyun, dingin ve sakin bir gelişim çizgisi izleyip geçmişe ait tüm doğruların yıkılışını simgeleyen oldukça sert bir finale doğru uzanıyordu. Seyirciyi artık ayakta durması imkansız olan ölü bir geçmiş ile gelenin gideni arattığı vahşi bir gelecek arasında konumlandırarak şimdiki zaman üzerine düşünmesini sağlamaya çalışıyordu. “Yanlışlıklar Komedyası”, sisteme hayat veren ve ondan en büyük faydayı sağlayan sınıfın "bencillik" kokan değerlerini karikatürize ederek seyirciyi sistemi ayakta tutan aile, din, iş ahlakı, adalet gibi değerleri ahlaki açıdan sorgulamaya davet ediyordu. Seyirci katılımını özendirerek tiyatro sahnesini bir forum ortamına dönüştüren ve Gezi'nin yıldönümüne yakışır bir teatral performans izlememizi sağlayan “Bir Halk Düşmanı” şüphesiz yukarıdaki iki oyuna göre neo-liberal sistemi çok daha cepheden saldırı altına alıyordu. Bu yüzden de hükümete yakın gazetelerin tepkisiyle karşılaşması da tesadüf değildi.[2]

Sonuçta kültür endüstrisi içerisinde dolaşıp, egemen sistemin medya aracılığıyla işleyen yeniden-üretim mekanizmaları üzerine gözlem yapma şansı elde etmek, tiyatronun söyleyecek alternatif bir sözü bulunan ve eleştirel bir sanatsal paradigma arayışında olan herkese hala bağımsız bir ifade platformu sağlayabilecek gücü olduğunu düşündürdü bana. Schaubühne ve Propeller Company’nin Filipinler’den Kanada’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada binlerce insana ulaşan bir turne ağına sahip olduklarını unutmayalım. Küresel düzeyde işleyen manipülatif bir kültürel bombardımana, yine küresel bir karşılık verildiğini görmek tiyatro adına umut verici.



[1] Detaylar için bkz. www.techdirt.com adlı internet sitesinde yer alan “The Sky is Rising…” başlıklı makale.
[2] Bkz. 28.05.2014 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yer alan “Alman Oyunu” başlıklı makale.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Türk Tiyatrosunun Tarihi “Kış Uykusu”nda

Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da büyük ödülü kazanan “Kış Uykusu” adlı filmi, pek çok farklı düzlemde okunabilecek oldukça zengin bir malzeme sunuyor bizlere. Bu düzlemlerden birisi de Türkiye’de oluşan aydın geleneğinin tiyatro sanatı ile olan ilişkisi şüphesiz. Filmin ilk bakışta göze çarpan en önemli özelliklerinden birisi, yönetmeninin kariyeri büyük oranda tiyatro dünyasında şekillenmiş oyunculardan oluşan bir kadro tercihinde bulunmuş olmasıydı. Yine hemen göze çarpan diğer bir ayrıntı, filmin başkahramanı Aydın’ın 25 yıllık bir tiyatrocu olması ve Türk tiyatrosunun tarihini yazmak gibi “yüce” bir amaçla Kapadokya’daki baba ocağına geri dönmesiydi. Haluk Bilginer tarafından canlandırılan karakter filmin bir sahnesinde, Kapadokya’da sahibi olduğu otelde karşılaştığı motokrosçu gence şöyle diyordu: “Türk tiyatrosunun tarihini yazıyorum, çünkü hiç yazılmadı.” Bununla birlikte filmin final sahnesine kadar, yazmaya aday olduğu bu eseri kaleme almak için hiçbir girişimde bulunmayacaktır. Final sahnesini daha sonra ele almak üzere şimdilik atlayalım.

Türkiye’de aydın geleneğimizin eleştirisini yapan, özellikle edebiyat alanında verilmiş çeşitli eserlerde tiyatronun bir metafor olarak kullanılması daha önce de rastladığımız bir tekniktir. Cumhuriyet’in kuruluğu ilk yılardan itibaren, rejimin amaçları gereği tiyatroya ve tiyatroculara ne denli önem verdiği bilinen bir gerçektir. Yeni rejimin tiyatro ile evliliği, sembolik olarak kimi tiyatro oyuncularının 1922 yılında İzmir’de Atatürk’ü ziyareti ile başlatılır. Ardından rejimin ideolojik propagandasına hizmet etmek üzere halk evlerinde başlatılan “İnkılap Temsilleri” furyası gelir, nihayetinde Devlet Tiyatroları’nın kurulmasıyla tiyatro sanatı doğrudan “devlet babanın” himayesi ve kontrolü altına girer. Tüm bu gelişmeler esnasında birer aydın adayı olan tiyatrocularımız büyük çoğunlukla yeni kurulan rejimin destekçisi hatta kimi zaman gönüllü birer neferi gibi davranmayı seçmişlerdir. Ancak çok partili rejime geçişin yarattığı sarsıntı ve rejimin yeniden şekillenmesi, 60 ihtilali sonrasında dünyadaki konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle toplumun hızla politikleşmesi tiyatrocuları da etkilemiştir. Sosyalizm rüzgârından etkilenen çok sayıda tiyatrocu, devletin etekleri altından çıkıp muhalif bir kimlik edinmeyi tercih etmiş,  Brecht’in etkisi altında, halk tiyatrosunun nüvelerini de kullanan özgün bir politik tiyatro yaratma denemelerine girişmişlerdir.

Tam da bu sıralarda bu hareketin dışında kalan, başka herhangi bir harekete de angaje olması da pek mümkün olmayan bireysel bir girişim ortaya çıktı ve Oğuz Atay’ın “Oyunlarla Yaşayanlar”ı kaleme alındı. Cumhuriyet döneminin temeli olmayan, kof aydın tipinin tiyatronun bir metafor olarak kullanıldığı bir oyunda sağlam biçimde eleştirildiği önemli dönüm noktalarından birisiydi bu oyun –ve ta o zamanlardan “Kış Uykusu”nun Aydın’ının geleceğini öngörüyordu adeta. Birileri sokakta tiyatroyu devrimin hizmetine sunmanın yollarını ararken, Oğuz Atay’ın bir takım oyunlar yoluyla kendilerini eğlemek dışında hiçbir şey yapmayan bir aydın geleneğini mercek altına alması, ilk bakışta pasifist bir tavır gibi görülebilirdi elbette. Ama 12 Eylül darbesi sonrasında ortaya çıkan Türkiye tablosu bir anda Oğuz Atay’ı lanetli kehanetler yazarı haline getiriverdi. Türkiye aydınının 1980’li yıllarda keşfettiği, 1990’lı yıllarda da yıldız ilan ettiği yazar oluverdi Oğuz Atay.

Sonra 2000’li yıllarda “Kar” geldi. 11 Eylül sonrasında aktivist İslamcı bir karakteri konu edindiği ve onu makul bir mücadele adamı olarak sunduğu için eleştiriler alan bu kitabın bir diğer önemli karakteri tiyatrocu Sunay Zaim’di. Eski bir komünist olan darbe sevdalısı tiyatrocu figürü, Oyunlarla Yaşayanlar’ın “pasif” Coşkun’uyla alakasız birisi olmakla beraber Cumhuriyet aydınının diğer bir yüzünü, iktidar sevdalısı darbeciliğini sembolize etmekteydi. Bir zamanlar Yalçın Küçük kendisine “demokrat mısınız” diye soran bir gazeteciyi “bana hakaret mi ediyorsunuz” diye paylamıştı. Demokrasiyi sandıktan ibaret gören şimdiki egemen anlayışın soldaki çarpık yansımasından başka bir şey olmayan bu yaklaşım “aydın” olmayı aynı zamanda ülkenin iktidar mekanizmalarına aday olmak görür ve popülist demokrasinin pragmatik seçim araçlarıyla iktidar mekanizmalarını parselleyen muhafazakar hükümetlere karşı 12 Eylül darbesinde “sol”a yönelik tavrı cezaevleri ve işkencehanelerde sergilediği becerilerle açıkça ortada olan orduyla bile işbirliği yapmaktan medet umabilir. Pamuk, AKP henüz iktidar adayı yeni bir partiyken kaleme aldığı bu romanında, adeta kökleri Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar giden ve Türkiye’de 2000’li yıllara yön verecek olan ana siyasi damarlardan birisinin neden tıkalı olduğu üzerine bir konsültasyon yapmayı öneriyordu okura.

Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmlerine oranla çok daha edebi diyaloglara sahip ödüllü filmi “Kış Uykusu” bu tartışmalara 2014 Türkiye’sinden farklı bir bakış açısı sunuyor. Kapadokya bozkırının ortasında bir otel işleten abla, kardeş ve onun genç karısından oluşan üç kişilik varlıklı bir ailenin, sıkışıp kaldıkları yöreye has doğal bir yapı içerisindeki ilişkileri ve diyalogları üzerine kurulu olan, üç saati aşkın bir zaman yayılan bu filmde tiyatronun nasıl bir yeri var? Her şeyden önce filmin başkahramanı, Haluk Bilginer tarafından canlandırılan Aydın karakteri, 25 yıllık aktif bir tiyatro hayatının ardından baba yadigârı otele dönmeyi tercih etmiş bir oyuncudur. Filmde kendisinin tam bir karşıtı olarak konumlanan motokrosçu gençle yaptığı kısa sohbette ifade ettiği gibi Aydın, 25 yıllık tiyatroculuk geçmişinde sanatsal hedeflerinden asla taviz vermemiş ve sanatı endüstrinin bir kolu haline getiren dizi, seslendirme gibi faaliyetlerden istikrarlı biçimde uzak durmuştur ve bu oteldeki varoluşunu da yine kutsal amaçlara dayandırmaktadır: Türk tiyatrosunun yazılmayı bekleyen tarihini nihayet kaleme almak. Ama tıpkı “Oyunlarla Yaşayanlar”ın Coşkun’unun bir türlü tamamlanamayan eserleri gibi onun da tarih çalışması bir türlü başlayamamaktadır. Yine Coşkun’la paralel biçimde bozkır hayatının sıkıcılığı içerisinde kendisine oyunlar arayan Aydın, yerel bir gazetede başyazar rolüne soyunmuş ve Cumhuriyet yıllarının ilk aydın zümresinin yolundan giderek bir başöğretmen edasıyla toplumu eğitmeye girişmiştir. Yine Coşkun’unkiyle paralel biçimde Aydın’ın dünyasında da kadın figürler onun kendisi için kurduğu bu fantastik dünya içerisinde oyunbozanlık yapan, varlıkları ve söylemleriyle onun dünyasını parçalayan karakterler olarak hayat bulmaktaydılar: Eylem yeteneğinden tümüyle arınmış, karşısındakileri eleştirmek dışında hiçbir varoluşa sahip olmayan, söylemden ibaret bir abla ve Aydın’dan çok daha genç, onun maddi ve manevi varlığı altında ezilmiş, varoluşu Aydın’ın duyarsız olduğu çevrelerini saran büyük yoksullukla mücadele gibi “kutsal” bir amaçta arayan bir eş. Bir yandan birbirinden nefret eden, diğer yandan seçtikleri konformist hayatı sürdürmek için birbirine ihtiyaç duyan ortakyaşarlar.

Türk tiyatrosunun tarihinin yazılacağı bu atmosfer içerisinde, filmin çatı karakterlerinin aileden kalan servet nedeniyle geçim sıkıntısı çekmeden, taşra standartlarının üzerinde, rahat bir yaşam sürdürdüklerine de tanıklık ederiz. Hiç sorgulanmadan kabul edilmiş sınıfsal ilişki biçimleri tüm hayata hâkim olmuştur. Aydın dünyaya doğal kabul ettiği bu pencereden bakar. Hakkında atıp tuttuğu, bir tür mühendisliğe soyunduğu alt sınıflarla ilişkileri “orada bir halk var uzakta, o halk bizim halkımızdır” nev’inden sahte bir hümanizmle yoğrulmuştur. Alt sınıftan kişilerle doğrudan ilişki kurmaktan rahatsız olur, temas ihtimallerini azaltmanın peşinde koşar ama diğer yandan onların hayatı hakkında söz sahibi olmak ister. Onları yönetmek ister. Filmin bir anında ifade ettiği gibi, Aydın “kendi küçük krallığının kralı olmakla” yetinir, yeter ki kral olsun. Bu yüzden güdük kalır, koflaşır, bir mağarada kış uykusuna çekilir.

Bilenler bilir, “Türk” tiyatrosunun tarihi gerçekten de aşağı yukarı böyle bir ortamda, bozkırın göbeğindeki bir şehirde yazılmıştır. Daha somut konuşmak için bambaşka bir düzeleme geçip şu örneğe bakalım. Baran Demir Mimesis Portal için kaleme aldığı “Metin And Bir Kültür Hırsızı mı?” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Sadece ben değil, Kürtçe Tiyatro’yla uğraşan herkes, Metin And’ın Kürdistan coğrafyasından örnekler vermesine rağmen, “Kürtçeyi ve Kürt Kültürünü” sansürleyerek derlediğine şahit olur! Bu konu etraflıca ve sansüre girmeden, tiyatro insanlarının gündeminde, eleştirel bir okumayı zorunlu kılmaktadır. Şimdilik bu yazıda Metin And’ın “Kose” oyununa yaptığı “tahrifat” üzerinde durmaya çalışacağım.” Demir’in Kürtler arasında kadim bir gelenek olan “Kose” oyununun akademik kayıt alınma sürecini örnekleyerek tartışmaya açtığı üzere, bir Cumhuriyet aydını olarak Metin And halk kültürünü bilimsel kriterlerle analize tabii tutmak için için yaptığı yurt gezilerinde ya da ulaşıp okuduğu derlemeler üzerinde, daha çok bir ulus-devlet misyoneri gibi çalışmış, kültürünü keşfetmeye çalıştığı “halk”ı gerçekten anlamak ve öğrenmekten ziyade onu resmi amaçlara uygun biçimde “kendisi icat etmiş”tir. Tabii bu basit bir metodoloji sorunu değildir. Ankara’da bozkırın ortasında kurulan yeni başkent ve bu yeni başkentte kurulan yeni akademik aygıtlar aracılığıyla bir ulus yaratma projesine nasıl katkı sunulduğuna ilişkin bir örnekle karşı karşıyayız. 2000’li yılların Türkiye’sinde hala hesaplaşılmayı bekleyen bir aydın olgusu…

Kış Uykusu’nun Aydın’ı da “Türk Tiyatrosunun Tarihi”ni yazmaya koyulurken kendi varoluşuyla ilgili hiçbir hesaplaşmaya girmez. Cumhuriyet tarihinin unutulmuş sayfalarında kalmış olan mübadele gerçeği ve Kapadokya’daki Rum taşınmaz mallarının transferi gibi konulara girmeden Aydın’ın temsilcisi olduğu sınıfın ekonomik analizinin yapılamayacağı ortadadır. Benzer şekilde başlangıç yıllarında yoğun bir Ermeni emeği ve sermayesi kullanılarak inşa edilmiş bir tiyatro hareketinin de “Türk tiyatrosunun tarihi” başlığı altında anlatılması mümkün olamayacaktır. Filmde Aydın karakterinin temsilcisi olduğu “Türk aydınının” kendi ekonomik ya da kültürel varoluşunu borçlu olduğu tarihe sorgulayıcı bir bakış yöneltebileceğine dair somut bir imada bulunulmakta mıdır? Filmin sonunda iki önemli jest filmin yaratıcılarının bu konuda çok da ümitli olmadıklarını gösterir niteliktedir: “Evin reisi”nin bir süre için uzaklaşacağını belirttiği evine elinde avladığı bir tavşanla gösterişli bir biçimde dönmeyi tercih etmesi ve dönüş yolunda gördüğü yörenin en yoksul köyünün tabelası önünde birkaç saniye düşündükten sonra yola devam etmeye karar vermesi.  Bu jestler isabetli bir biçimde Aydın’ımızın kendisiyle gerçek bir hesaplaşma niyetinde olmadığını, sistemin sağladığı güç ve ayrıcalıklı olma halinden gayet memnun olduğunu ima edecek nitelikteydi. İşte bu yüzden Aydın finalde sarf ettiği tüm o dokunaklı sözlere rağmen bizi ikna edemedi ve yazmaya oturduğu  “Türk Tiyatrosunun Tarihi”nin “Kış Uykusu”nda kalmaya devam edeceğini anlamış olarak terk ettik sinema salonunu.


16 Temmuz 2014 Çarşamba

PLAY: MUHSİN AND VAHRAM (ENGLISH VERSION)

This play performed in 19. Istanbul Theatre Festival on 10th May 2014 by Tiyatro Boğaziçi and Berberyan Kumpanyası.


Author: Fırat Güllü
Stage Director: Cooperative effort
Video Director: Mesut Tufan
Assistant Video Director: Irmak Sueri (Üçlü Piriz)
Camera: Asuman Zirek (Üçlü Piriz)
Sound: Çağdaş Karagöz (Melodika)
Editor: Uras Büyükyılmaz (Üçlü Piriz)
Light Effects: Yervant Boyacıyan, Murat Cavak
Music: Anurçner/Anahit Valesian
Costumes: Ayşan Sönmez, Serda Aslan
English Translation: Mark David Wyers

Actors/Actresses:
Narrator: Tilbe Saran
Abdullah Cevdet: İlker Yasin Keskin
Young Vahram Playing Hamlet: Sercan Gidişoğlu,
Young Muhsin Playing Laertes: Özgür Eren
Muhsin: Fırat Güllü
Vahram: Boğos Çalgıcıoğlu
Handan: Ayşan Sönmez



Prologue

(The narrator reads along with the visuals)

Now we are in front of a historical place of worship in Beyoğlu, the Ağa Mosque. Just across from the mosque, a modern place of worship is rising up: a temple of consumption, a shopping centre.  Nearly a hundred years ago there was a theatre here, the Odeon Theatre. In 1911, an extraordinary theatrical performance was put on there. The name of the play was Hamlet and the author was an English man by the name of Shakespeare, who had penned the work hundreds of years earlier. However, the spectators of Istanbul were hearing his lines performed for the very first time in Turkish.

The primary figure behind this performance was a doctor by the name of Abdullah Cevdet. Because he was opposed to the rule of Sultan Abdul Hamid II, he was exiled to Egypt, where he translated Hamlet into Turkish and had it published in 1908. His translation was the one used for the performance at the Odeon Theatre. He, the first translator of the work into Turkish, was there among the spectators.

(Visual of the actor playing Abdullah Cevdet)

Abdullah Cevdet: I first got the idea to translate Hamlet, a masterpiece of European literature, back when I was studying medicine. You might wonder why a young man who hadn’t yet come into his own as a poet would attempt such a feat. But the reason is clear: there was a close relationship between the Turks in the era of Sultan Abdul Hamid II and Hamlet. As you know, prince Hamlet, a virtuous, generous, enlightened and exalted lover of art, was drawn into a conflict with his step-father, whom he held responsible for the death of his father. After the martyrdom of Midhat Pasha, the Young Turks saw Sultan Abdul Hamid II as such as step-father. When the constitution was dealt a deathly blow by the sovereign, the most pressing problem for the Ottomans was “to be, or not to be.” The reason behind the first conflict between someone like me, a student sitting at his small desk, and Sultan Abdul Hamid II, seated on his grand throne of the sultanate, was Midhat Pasha. Soon after there was a spate of calamities, escapes, imprisonments and exile. Hamlet was published in Turkish for the first time when I was in exile in Egypt. A few months later, it was in my fate to witness the Young Turk Revolution.

(The narrator picks up where he left off)

The second figure behind the performance of the play was an Armenian actor. Even though he was just 23 years old, throughout the month of Ramadan in 1911 he took on major roles in a serial theatrical work and was greatly admired by the spectators of Istanbul. His name was Vahram Papazyan. He was born in Istanbul and studied at the Murat Rafealyan College in Venice. After that, he decided to become a theatre actor and in Italy he found ways to get the training he needed. It was his idea to put on a production of Hamlet for the first time in Istanbul.

Ertuğrul Muhsin, the 19 year-old actor who played the part of Laertes in this engaging performance, would go on to carry out important work for the sake of Turkish theatre and become a leading national figure in that art form. He was close friends with Vahram, and for a while they were roommates.

During rehearsals, these two young actors often met up with the translator of the play and took advantage of his vast knowledge as they brought about the first political interpretation of Hamlet in the Ottoman era.

(We see a black and white scene. Abdullah Cevdet is seated in a large embroidered chair, and Vahram and Muhsin, wearing their stage costumes, kneel down before him.)

Shakespeare is a universe unto himself, a world unto himself. In nations where Shakespeare is unheard of and hasn’t been translated, there should be no embarrassment about curling up in shame. In a letter he wrote to Catherine the Great, the famous thinker Voltaire said, “The Turks should be eradicated because they have no appreciation of poetry and literature.” Though that may be calumnious, I’d say that nations where Shakespeare isn’t liked should be wiped from the face of the earth.

Vahram: Sir, as I acted out your translation of the text, one of the most difficult parts was the famous line “esere o non essere,” as it is said in Italian. But you translated it as “being or not being.” With all due respect, shouldn’t it be “to be or not to be?” 

Abdullah Cevdet: Every translation is difficult. And fully translating Shakespeare is nearly impossible. In a commonplace translation, just finding the meanings of the words and then putting them down on paper isn’t enough. A dictionary could even do that. Likewise, merely conveying the sense of all the expressions could be done by schoolchildren. The value and beauty of a translation is measured by how it reflects the true essence, execution, and natural flow of the original text. This is particularly true for Shakespeare. His genius lies not in his words, but in his sentiments and thoughts, as well as his manner of executing them and creating descriptions.

Muhsin Ertuğrul: Sir, in the scene with the duel between Hamlet and Laertes, I’m undecided how I should intone his words of conceit as I try to conceal that traitorous plan.

Abdullah Cevdet: My dear Muhsin, let’s go over the scene together on stage.

(Muhsin and Vahram stake their positions onstage.)

In the first Ottoman production of Hamlet, the two young men who were behind the project came face to face onstage in the fifth act of the play in the second scene, which is one of the crucial points in the story.

Scene 1

(Fade out. The stage lights up. Young Muhsin and young Vahram, in their roles as Laertes and Hamlet, shake hands, holding rapiers in their other hands...)

Hamlet: Give me your pardon, sir: I've done you wrong; but pardon't, as you are a gentleman. This presence knows, and you must needs have heard, how I am punish'd with a sore distraction. What I have done, that might your nature, honour and exception roughly awake, I here proclaim was madness. Was't Hamlet wrong'd Laertes? Never Hamlet: If Hamlet from himself be ta'en away, and when he's not himself does wrong Laertes, then Hamlet does it not, Hamlet denies it. Who does it, then? His madness: if't be so, Hamlet is of the faction that is wrong'd; his madness is poor Hamlet's enemy. (…) Sir, in this audience, let my disclaiming from a purposed evil free me so far in your most generous thoughts, that I have shot mine arrow o'er the house, and hurt my brother.

Laertes: I am satisfied in nature, whose motive, in this case, should stir me most to my revenge: but in my terms of honour I stand aloof; and will no reconcilement, till by some elder masters, of known honour, I have a voice and precedent of peace, to keep my name ungored. But till that time, I do receive your offer'd love like love, and will not wrong it.

Hamlet: I embrace it freely; and will this brothers' wager frankly play. Give us the foils. Come on. (…) I'll be your foil, Laertes: in mine ignorance. Your skill shall, like a star i' the darkest night, stick fiery off indeed.

Laertes: You mock me, sir.

(...)

Hamlet: Come on, sir.

Laertes: Come, my lord. (They attack one another)

Hamlet: One.

Laertes: Well, again!

Hamlet: (...) Come. (They fight) Another hit; what say you??

Laertes: A touch, a touch, I do confess. (...) My lord, I’ll strike him now.

(...)

Hamlet: Come, for the third, Laertes: you but dally; I pray you, pass with your best violence; I am afeard you make a wanton of me.

Laertes: Say you so? Come on. (They play to a draw) (...) Have at you now!

(Laertes wounds Hamlet; they drop their rapiers in the rush and thrill of the fight, and pick each other’s rapiers. Hamlet wounds Laertes.)

Hamlet: Muhsin… Muhsin… Muhsin…

Scene 2

(As the scene fades, a telephone rings. In the dark, it rings again and again. Then a voice is heard in the dark.)

Voice: Muhsin... Muhsin... Muhsin...

(A spotlight illuminates Muhsin, who is sitting at a table.)

Muhsin: Vahram?

(The other end of the table is also lit up and the spotlight shines on Vahram, who is standing.)

Vahram: Muhsin, how are you? Can I stay with you tonight if you don’t mind? It’s very cold there.

Muhsin: Just like 60 years before...

Vahram: Yes, it was you who came to stay with me then.

Muhsin: It was very cold. You put me up.

Vahram: You weren’t the first person to be kicked out for being an actor, and you certainly won’t be the last.

(The two men embrace. Then they sit at the table opposite one another.)

Vahram: (Taking a bottle of cognac from his pocket.) I’ve brought you some Ararat. (He pours some into a glass for Muhsin, and he drinks from the bottle.) This is the best thing to warm you up on a cold night but unfortunately you cannot get it there. (They drink again. Silence.) Lately I’ve been thinking often about the Ramadan of 1911. Those were the days, Muhsin. The company established by Reşat Rıdvan... The Odeon Theatre... The Life of Napoleon... Dreyfus... Othello… And our Hamlet... I’ve been to so many places in the world and performed in hundreds of plays in just about every language; but I could never find the pleasure and excitement I felt during the years when I acted in Istanbul. Ah, don’t you get excited when you think back on those days? Tell me the truth, Muhsin.

Muhsin: Of course I do… We were young then… Naïve, romantic... We used to live impulsively, never looking back.

Vahram: Do you remember what you said when I first mentioned the Hamlet project?

Muhsin: “Hamlet? Nice name.” (They laugh.) But Hamlet never stopped following me. In fact, I always chased after him. Nowadays I’ve been thinking about doing an adaptation of the play.

Vahram: Let’s do a new Hamlet together. You and I, once again on the same stage. Wouldn’t you like to?

(Silence)

Muhsin: Is it really cold?

Vahram: Yes, quite cold. You feel the chill deep in your bones. What Hamlet’s ghost says are mostly lies. (They laugh and drink.) Well, you didn’t respond to my proposal.

Muhsin: Which character will I play?

Vahram: What did you think? Not– (They laugh.)

Muhsin: Why? I’ve played that role hundreds of times and always been praised.

Vahram: I know.

Muhsin: How do you know? You watched me perform?

Vahram: If I could, I would have come, but there was an iron curtain between us. (He laughs.) Despite everything, in those times you could always find someone to come to Erivan from Istanbul and bring rakı, feta cheese and Turkish newspapers. (He pulls a tattered, rolled up old newspaper from his pocket). I still keep this copy of Hakimiyet-i Milliyet from 1927. Maybe you don’t even have a copy. “Hamlet, the grand hit awaited from the City Theatre. Author: William Shakespeare. Translator and director: Muhsin Ertuğrul. Actors: Hamlet, Muhsin Ertuğrul.” Let’s see what the reporter said: “There wasn’t an empty seat on the opening night of Hamlet. The troupe spared no efforts, anticipating the demand that the play would inspire, and clearly worked hard for the extras, props and costumes they needed. Ertuğrul himself played Hamlet. This artist, who after a nearly three-year absence took on a rather toilsome role, reflected deeply on the weakness of Hamlet’s character while keeping beneath the surface his strength and decisiveness.” Compliments, compliments… I felt such pride when I read it. I was reminded of the years when we shared the stage together. In the last scene of Hamlet my sword cut your cheek and the blood went everywhere. (He laughs, then lapses into silence.) And then there was the fiasco of Othello…

Muhsin: It was the end of everything... All that work.

Vahram: Maybe we should think of it as a new beginning... It depends on your point of view.

Muhsin: After all, you were right about most things. There were those old government actors who had already mentally retired, and those old men who called themselves “self-educated” and despised you for being “schooled”... It was impossible to start a new movement with them.

Vahram: What do you mean? It was impossible to even act with them. Because of the apathy of the actors, the play fell to pieces. If you remember, in the end we had to apologize to the audience and stop the performance.

Muhsin: It was you who stopped it. If you did the same thing today, I’d kick you out of the troupe, not them.

Vahram: Don’t trouble yourself with such thoughts, we Armenians are a bit too proud I suppose. The moment we realize that we’re not wanted, we go away without waiting to be kicked out. That is, if we have the chance, of course. We did go away actually. Those who didn’t were sent away. We bestowed upon you a huge theatre and then stepped aside. Without saying a word... Could we have said anything? Anyways, forget about it, that’s a completely different issue.

(A long silence.)

Vahram: Do you remember how I left in such a rush before the Great War broke out?

Muhsin: Yes, it was August of 1914. You were performing “Grand Night” with the director Mınakyan. The theatre in Şehzadebaşı was packed, and the audience was thrilled. For days advertisements were run about it in the newspapers. Many of the most prestigious figures in Istanbul had already reserved their seats, and everyone wanted to see Vahram on stage again. The stages of Istanbul longed for your return, and you were pouring out your heart in the role of Dimitri. And then you vanished. Later we found out from Arap İzzet that you’d escaped to avoid being arrested.

Vahram: To avoid being arrested... Hm. So, what was my crime? It’s a shame but I still don’t know. When the war broke out I was in Vienna. I’d been invited to Baku and boarded a ship to go there, but in Istanbul, soldiers forced all the passengers off and commandeered the ship. Apparently they were going to use it to send soldiers to Trabzon. I had to wait in Istanbul for the next ship. I went to my sibling Diran’s home. It was a nostalgic time. In the evening we went to Petits Champ and visited Mınakyan, the director. He was pleased to see me. They were performing “Manager of the Steelworks.” They were also rehearsing for “Grand Night,” a Russian play, and they offered me the role of Dimitri. Mınakyan was quite focused on the play. I didn’t want to accept the offer, because I didn’t know when I was going to leave Istanbul. But he insisted. The team was quite good. There was Çobanyan, Binemeciyan, Holas, Aleksanyan, Kınar and of course Mınakyan... As I’d surmised, in the end I couldn’t hold out and I agreed to take on the role, which I really liked. Dimitri Vaysiyevich... Kınar was playing my fiancée Sonya, and Binemeciyan was playing my mother. There was just a week until opening night, so I worked hard to catch up. At the premiere, the audience was thrumming with excitement. Toward the end of the first act, something caught my eye backstage. There was some kind of commotion. Çobanyan, who was watching the play from backstage, motioned to me not to approach. Then, even though he didn’t have a role in that scene, he walked onto the stage and, gesturing to me, said, “Dimitri, the Cossack soldiers have come, and they’re going to take you to Sonya. I told your mother not to worry. You have to leave, right now. Hurry...” There were no such lines in the play. I just looked blankly at him. When he saw that I didn’t understand, he pushed me backstage. Mınakyan was there, explaining something to two people who I realized later were undercover police. When the police saw me, one of them said, “Oh Vahram, it’s good to see you. I think you’ve been in Moscow for quite a while. We have some questions for you. You need to come with us down to the station.” Before I could say anything, Arap İzzet, one of my favourite employees at the theatre, cut between us; he was holding two cups of coffee. Nudging me, he said, “What are you doing here? Quick, get on stage,” and then pushed me in that direction. Then he said to the police, “Officers, the play is still continuing. For goodness sake, the theatre is packed. Why don’t you each have a cup of coffee and relax. You can talk to Vahram after the play. Please, come this way.” Then he took them to the director’s room and closed the door. The police were so stunned that they didn’t know what to say. He pressed some money into my hand and said, “There’s no time to waste. Go now. For the love of God, don’t stop. You have to leave like this and never come back.” Then he took me up to the roof. From there, in the dark of night, I clambered down a rope to a back street. I found out later that when the police realized that I’d fled, they arrested Arap İzzet and took him to the station. Terrible things happened to him there. It pains me... (He becomes sorrowful.) Anyways, the cold of the night air brought me to my senses. I hadn’t even taken off my makeup. I got on the first tram and dashed to the port. Toward morning, a watchman let me on the first departing ship after I gave him a few lira. A few days later, I arrived in Odessa.

Muhsin: I was upset that you’d left so quickly. We didn’t even have a chance to say goodbye, but of course later I realized that leaving had been the best thing for you to do. Those were such dark days… But later… Later, a new country was founded. And that country needed someone to create a national theatre. And that’s when we felt the bitter pain of the absence of people like you, of citizens like you.

Vahram: Actually, as I was leaving I dreamed that one day I’d return. You know that I did… But we were no longer wanted in these lands. All the things that happened to me when I came back to work on our first film project…

Muhsin: Which one are you talking about, the first or the second? You weren’t the first person to be beaten for making a film, and you won’t be the last. (He laughs)

Vahram: Don’t joke around, Muhsin. It was me who was beaten because I spoke Armenian in Calamity of Love and had to take to my heels to avoid being beaten in Mystery of the Bosphorus. Muhsin, I know that I can’t change what’s happened in the past but I have no intention of being a new victim.

Muhsin: In Mystery of the Bosphorus, you weren’t the target of that mob of zealots, they attacked us all. Don’t you remember? We barely managed to get away with the camera and lights. All of the equipment was in our names. During the filming of Calamity of Love, we had our share of troubles. My head was nearly split open; I thought we weren’t going to get out of it alive. But you know that the next day, we shot the scene in front of the same people, as the police had come, even if against their will. Nothing comes without a struggle.

Vahram: (Cutting him off.) I’m still waiting for your response to my proposal. A new Hamlet, the best one that’s ever been done…

Muhsin: You know what our greatest pleasure was back in those days? Watching you. We’d change clothes after our performances and some of us would leave. But you would stay. We all knew that you were rehearsing. But often we lied to you. We’d act as if we were leaving the theatre, and then hide backstage and watch you. Your gestures, mimics, poise… Then we’d imitate you in front of the mirror. Your Turkish was more elegant than any of ours. Shakespeare’s verses were first spoken in Turkish by you on the stages of Istanbul. How could you memorize those long texts… You’d recite the whole play like at the first rehearsal.

Vahram: Come now, don’t exaggerate, there were times when I slipped up…

Muhsin: I don’t remember any. There’s no need to be modest.

Vahram: You know Muhsin, sometimes I’m surprised by what you say… Someone hearing you talk like that might assume that you’re just a naive theatre lover who has just begun his career. Who’d believe that this man is the great Muhsin Ertuğrul, founder of Turkish theatre, for God’s sake…

Muhsin: My friend, I’m talking about those days … It was amazing for us back then… You know, improvisation was in great demand then; memorizing texts was considered to be the work of untalented actors.

Vahram: So, does that mean I’m some kind of inept imposter? (They laugh.)

Muhsin: You were the first real star I got to know, Vahram. But then you left and the stage was left to the mice.

Vahram: The pied piper of Hamelin... (He laughs.)

Muhsin: If only we had the power to change the past.

Vahram: Muhsin, there’s no need for us to regret anything. We lived like we had to, and that’s how we’ll die. You were like a brother to me, and always will be.

(They embrace again.)

Vahram: But you’re being so fickle… You still haven’t answered my question.

Muhsin: I can’t accept your offer, because there is another interpretation of Hamlet I have in mind that I want to finish while I’m still in the world.

Vahram: I know, but you won’t be able to perform it. Maybe one of your students will.

Muhsin: They’re like my sons. And like always, as a father you have to think about your sons first of all. All my life, my greatest pleasure was acting in front of an audience, but the atmosphere in which I could truly perform didn’t exist, and I spent my life creating it. I wish it weren’t like that. I wish I’d been like you and that I hadn’t deprived myself of the joy of performing. I wish others had managed the odds and ends of theatre.

Vahram: Don’t be so hard on yourself, Muhsin. What you’ve done isn’t something to be cast aside. Yes, we Armenians did much to bring theatre to life in this country, and we created a beginning, however superficial it was. However, our fledgling theatre was smashed and destroyed under the boots of war. Among the post-war ruins, you and your friends recreated theatre with its scenes, playwrights, actors, and audiences. As for me, I was only an actor moving around the stage of the world. I watched you, admiring and sometimes envying you from a distance.

Muhsin: This is the first time you’ve said such things… I’m truly honoured. And very grateful.

Vahram: We haven’t seen each other for almost forty years, and I think this will be our last conversation, my dear brother. (Silence.) Did I tell you this before? Since my schooldays in Venice, I’ve played almost every single character in existence. I even played Ophelia when I was young. (He laughs.) But there is one character I never played. (He stands up.) Now it’s time to act it out: “Fare thee well at once! The glow-worm shows the matin to be near, and 'gins to pale his uneffectual fire.”

Muhsin: Ghost, act one, scene five.

Vahram: Adieu! Adieu! (The spotlight on him goes dark.)

Muhsin: (Talking to himself) Adieu! God speed to you.


Scene 3

(The stage lights up. Handan enters.)

Handan: Muhsin? What happened? At this time of the night... You must be cold.

Muhsin: A friend from Istanbul just called from Armenia. Vahram is dead.

Handan: Vahram?

Muhsin: Vahram Papazyan.

Handan: Vahram Papazyan, the famous Armenian Shakespeare actor...

Muhsin: The encyclopaedias will note it like that, but in fact he was from Istanbul. (He holds out a letter that’s on the table.) I received this letter, but it was too late. Even if it had come on time, would I have been able to carry out his final request?

Handan: (Taking the letter, she starts to read out loud.) “Très cher ami Muhsin Bei, Voilà bien longtemps que je n’avais pas l’occasion d’avoir des nouvelles de vous et surtout de vous écrire. J’espère que cette lettre t’arrivera...”

Vahram’s voice: “My dear Muhsin, I haven’t received word from you in quite a long time and I didn’t have the chance to write to you. I hope this letter will reach you. I would like to go onstage in Istanbul or Ankara. While we still have time, I’d like to you to help me with this. So I ask of you: please write an invitation and send a copy to Moscow and the original to me, so that I can keep track of everything here. Sayad will tell you the address you’ll send it to. I’m still capable of playing any character you see fit for me, in Turkish or any other language. Always your friend and brother, Vahram Pazayan. Erivan, 1964.”

Handan: I’m sorry. I didn’t know that you were so close.

Muhsin: We were. Now I understand how close we were.

Handan: Did you ever see each other?

Muhsin: No. I haven’t seen him for maybe forty years. But tonight it was as if...

(Silence)

Handan: Let me make some linden tea for you, you’ll catch cold.

Muhsin: (Pointing at the bottle on the table.) I just had some Ararat. I can’t drink anything after that. (Silence.) Vahram Papazyan. His father, though he wasn’t a churchman, wanted him to study religion. He sent his son to Venice to be enlightened on Saint Lazzarus. But Vahram chose another religion for himself, and devoutly held to the spirit of theatre. We were born into different religions, but our temple was the theatre and Hamlet was the Bible for all of us. May Allah rest his soul.

Handan: May he rest in peace.

Muhsin: No, you can say “May Allah rest his soul.” During one of our long evening talks when we were young, Vahram once asked me; “Why don’t you Muslims say ‘May Allah rest his soul’ after a Christian dies?” And I said; “There’s no particular reason. I usually say ‘rest in peace’ for everyone. It’s just a preference based on our beliefs…” Then he said, “Since Allah is the same God above, a Muslim should not spare his mercy from a non-Muslim.” May Allah rest his soul…

Handan: May Allah rest his soul…

Muhsin: Most likely the Armenian government will arrange a ceremony for him. He’ll be buried along with other actors in an Armenian cemetery. A theatre will be built in his name and plays will be performed in his honour. Books will be written about his life. But here, where he was born, no one will remember him. Maybe tomorrow his death will be noted in a newspaper, or maybe he’ll simply vanish, only to live on in our memories. That’s why, my dear wife, right here and right now, let’s hold a small ceremony with a glass of Ararat. (He pours some Ararat. They stand up.) Cheers!

Handan: Cheers!

(Music, lights, curtain.)