25 Eylül 2014 Perşembe

Dogville ve Manderlay Üzerine Brechtyen Bir Beyin Jimnastiği


Bu yazı 25 Nisan 2013 tarihinde Agape Film Çalışmaları kapsamında yapılan bir söyleşinin notlarından yararlanılarak kaleme alınmıştır.

Yakın zamanda ülkemizde sakıncalı bulunarak yasaklanan filmi “Nymphomaniac” ile gündeme gelen “sansasyonsever” yönetmen Lars von Tirier’nin 2003 yılında gösterime giren ve “Fırsatlar Ülkesi: Amerika” üçlemesinin ilk filmi olan “Dogville” tiyatrocuları oldukça heyecanlandırmıştı. Trier hiç şüphesiz 20. yüzyılı yeni milleniuma bağlayan zaman aralığı içerisinde yaşamış en sıra dışı, en deneyselci sanatçılardan birisi. Her filmi sinema alanında yeni bir dil arayışına, avangart bir girişime kapı aralıyor, beğenilsin beğenilmesin ses getiriyor. Her zaman bizim istediğimiz sözcüklerle konuşmasa da Trier, içinde yaşadığımız döneme dair bir sözü olan ve bu sözü sanatsal araçlarla dillendirmeyi tercih eden bir yönetmen. Son parçası eksik kalan “Fırsatlar Ülkesi: Amerika” üçlemesi de benzer kaygılarla gündeme gelmiş bir projeydi.

Üçlemenin tamamlanan ilk iki filminde, “Dogville” (2003) ve “Manderlay”de (2005), Lars von Trier’nin Brecht’in tiyatroda geliştirdiği sanatsal ve estetik yaklaşım üzerine bir araştırma denemesine giriştiğine ama (tahmin edileceği gibi) bununla yetinmediğine; önce tüm taşların yerli yerine oturmasına müsaade edip sonra söz konusu estetiği dönüştürmenin yollarını aradığına tanıklık ediyoruz. İlk film tamamlanıp, henüz kopyaları dağıtıma çıkmadan önce imajları kamuoyuyla paylaşıldığında Brecht’in “Epik Tiyatro” olarak bilinegelen teatral yaklaşımının sinema perdesinde yeniden hayata geçirildiği yolunda değerlendirmeler yapılmıştı.  Bu ilk değerlendirmelerden itibaren üçlemede yönetmenin ortaya koymaya çalıştığı üslubun Brecht’in sanat ve estetik kuramıyla olan bağlantısı oldukça biçimci bir düzeyde ele alındı. Gerçekten de ilk bakışta, Trier’nin de Brecht’ten esinlenerek anti-illüzyonist bir yaklaşımı benimsediği hemen görülen bir gerçeklikti. Brecht’in kendi döneminde tiyatroda egemen olan doğalcı/natüralist yaklaşıma karşı anti-illüzyonist bir yaklaşımı benimsediği bilinen bir olgudur. Lars von Trier de üçlemenin ilk iki filminde, endüstriyel sinemanın gelişmiş teknolojileri devreye sokarak sinema salonunda açığa çıkardığı hiper-gerçeklik olgusuna karşı aynı tavrı savunmaya çalışıyordu. Kendine kurallar ve sınırlar koyarak çalışan bir yönetmen olduğu çok iyi bilinen Trier’nin bu projede yürüttüğü deney, tüm başarı ve popülaritesini içerdiği yüksek illüzyonist araçlardan alan bir sanat dalında anti-illüzyonist bir dil kurmanın mümkün olup olamayacağı sorusuna yanıt bulmayı amaçlıyordu. Bu bağlamda artık sıradanlaşmış Brechtyen teknikler (işlevsel dekor, hikâyenin akışını önceden seyirciye aktaran pankartlar, sınırlandırılmış oyunculuk ya da kesintili bir akış oluşturarak seyircinin kendisini hikâyeye kaptırmasına izin vermek istemeyen epizodik yapı, seyirciye bir tiyatro salonunda olduğunu tartışmaya yer olmayacak biçimde gösteren “açık” bir çevre tasarımı gibi) filmlerin üslubu içerisinde belirgin biçimde ön plana çıkıyorlardı. Dolayısıyla filmin Brechtyen estetikle bağını ortaya koymak isteyenler, ilk etapta bu tekniklere dikkat çektiler. Ancak söz konusu üçleme dahilinde çekilen her iki film de ele alındığında, tüm anti-illüzyonist niteliklerine rağmen kullanılan teknikler izlemekte olduğumuz eserleri birer sinema yapıtı olmaktan çıkarmamaktaydı. Sonuçta Trier tiyatroya esir olan değil, tiyatrodan yola çıkarak kendi rüştünü ispatlayan bir sinema estetiğinin peşindeydi ve izlediğimiz her iki eserde de bunun başarıyla hayata geçirildiğine tanıklık ettik.

Berecht’in eserleri ve kuramıyla kurulan paralelliğin tematik boyutuysa izleyebildiğim kadarıyla çok fazla öne çıkarılmadı. “Dogville” ve “Manderlay”de bize sunulan dünya, temsiliyetini Brecht’in özellikle 1930’larda yazdığı oyunların (ör. “Üç Kuruşluk Opera”, “Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü” ve “Mutlu Son” gibi operaların) dekorunu oluşturan gangsterlerin Amerika’sında bulmaktaydı. Bu oyunlarda çağın yükselen gücü Amerika, kapitalist sistemi eleştiriye tabi tutmak için bir metafor haline getirilmekteydi. Gücü ve zenginliğiyle Atlantik’in karşı kıyısındakilerin gıptayla baktığı bir ülke olan ABD, henüz hegemonik bir süper güç rolünü oynamadığı bu ara dönemde, fırsatlar ülkesi olma vasfını hala koruyordu. Bir dünya savaşından çıkmış ve ikincisine hazırlanan Avrupa’nın kasvetli havasının aksine yaşam tarzıyla, modasıyla, müziğiyle ABD özellikle sanatçılar açısından önemli bir çekim merkezi durumundaydı. Brecht gibi kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir sanatçının bile Nazi rejiminden kaçtığında SSCB yerine ABD’ye sığınmayı tercih etmesi bu konuda en radikal sistem karşıtı muhaliflerin bile kafasının ne denli karışık olduğunun en güzel örneklerinden birisidir. Aslına bakılırsa kapitalist sistemin bireylerde yarattığı şizofreni ya da sistemin kendisinin şizofrenik niteliği Brecht’in oyunlarında sıkça altını çizdiği bir olgudur. “Sezuan’ın İyi İnsanı” bunlar içerisinde belki de en bilinenlerinden birisidir ve “Dogville-Manderlay” ikilisinin bu oyun üzerine yapılmış özgün bir çeşitleme olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

Biçim ve temanın ötesinde, genel estetik kuram açısından ne türlü paralellikler bulabiliriz? Brecht’in kuramı çok önemsediği ama iyi bir kuramcı olmadığı söylenir. Bu kendi kuramcılığını hiçbir zaman deneyselci, avangart uygulamacı kimliğinden daha önemli görmemesiyle ilgili bir durumdur. Brecht de tıpkı Trier gibi, her çalışmasında yeni estetik denemeler içerisine girmeyi ve projelerine birer sanatsal deney olarak bakmayı tercih etmiştir. Çalışmalarını “deneme” adıyla kaleme almış ve sık sık değiştirmiştir. Bu nedenle onun farklı dönemlerde kaleme alınan kuramsal makaleleri kimi zaman birbiriyle çelişen nitelikler taşıyabilir. Ama yine de Brecht’in eserlerinin özünü temsil eden ve yaptığı işi anlamlandırmasını sağlayan bazı önemli kavramlardan bahsetmek mümkündür. Örneğin çok sıklıkla telaffuz edildiği gibi Brecht özdeşleşmeye değil yabancılaştırmaya dayalı bir estetikten yanaydı. Yukarıda bahsettiğimiz illüzyonist anlayışa savaş açmasının en temel nedeni de buydu. Seyircisini oyuna kapılıp giden değil, oyun üzerine düşünen ve oyunu sorgulayan bir tavır içerisine sokmak için uğraşıp duruyordu. Artık bazıları klişeleşmiş olan “yabancılaştırma efekti” adını verdiğimiz teknikler bu amaçla icat edilmişlerdir. “Dogville” ve “Manderlay” için de aynı estetik tercihlerin devrede olduğunu görürüz.

Trier giriştiği özgün Brecht araştırmasında kimi zaman Brecht’ten aldığı yabancılaştırma efektlerini büyük bir ustalıkla kendi eserlerinin içine monte etmiş, kimi zaman da (boynuzun kulağı geçmesi misali) Brecht’ten çok daha yaratıcı efektler bulmasını bilmiştir. Çok bilinen bir örnekten yola çıkarak konuyu somutlaştıralım: Shakespeare’in “Coriolanus”  oyunu üzerine Berliner Ensamble’da Brecht yönetiminde gerçekleştirilen bir toplantıda oyunun ilk sahnesinde ayaklanmış halk kitlelerinin, ünlü Romalı orator Menennius Agrippa’nın yaptığı bir konuşma sonrasında ayaklanmayı sona erdirdikleri ilk sahne üzerine konuşulur. Ekibin dramaturglarından birisi ayaklanmış bir halk kitlesinin amacından bu kadar kolay vazgeçmesini çok inandırıcı bulmadığını belirtir. Brecht ona bu sorunu not etmesini ve sahneleme sırasında bir çözüm bulmaları gerektiğini söyler. Oyunun yeni versiyonunda sorun şu şekilde çözülmüştür: Menennius Agrippa öfkeli kalabalığa konuşurken, Corialan yönetimindeki tam donanımlı bir lejyon birliği sessizce sahneye girer ve onun arkasında durur. Durumun farkında olmayan orator konuşmasının yarattığı etkinin gerçek nedenini anlamaz. Oysa öfkeli halk kalabalığı (tabii ki seyirci) ayaklanma sona ermediği takdirde neler yaşanacağını açık biçimde görme şansına sahiptir. Berliner Ensamble kendi versiyonunda orijinal metne neredeyse hiç dokunmadan sahnenin temel dengelerini tümüyle yeniden kurmuştur. Dersini iyi çalışan Trier, bu efekti “Manderlay”ın açılış sahnesine aynen monte etmiştir. Babası “Dogville”in son sahnesinde Grace’e aşağı yukarı şu sözleri söyler: “Halkı değiştirmek istiyorsan bunu kendini feda ederek değil, güç kullanarak yapabilirsin. Aksi takdirde yoksullar seni dinlemeyi kabul etmezler.” İkinci film adeta bu tezin test edilmesi amacıyla çekilmiştir. “Manderlay”in açılış sahnesinde siyahi bir kölenin ibret-i alem olsun diye kırbaçlandığı bir sahne vardır. Tam bu sırada Grace kadraja girer ve kâhyanın elindeki kırbacı çekip alır. Güney eyaletlerinin ırkçı ve cinsiyetçi atmosferinde asla karşılıksız kalmayacak bu hareket karşısında kâhya kılını bile kıpırdatamaz. İlk anda bunun Grace’in kişisel gücünden kaynakladığını sanırız ama o anda kadraja giren makineli tüfek taşıyan bir gangster, Grace’in babasının adamlarından birisi, güç dengelerinin “beyaz kadından” yana olmasının gerçek nedenini anlamamızı sağlar.

Bu türden Brecht’in eserlerinden montajlanan yabancılaştırma efektlerinin yanı sıra, Trier kendisi çok daha akılda kalıcı efektler yaratmıştır. Bunlardan birisi Brecht’ten esinlenerek kurulan açık çevre tasarımı yardımıyla sağlanıyordu. Filmi izleyenlerin hatırlayacağı gibi, “Dogville”de Trier tüm filmi açık bir stüdyoda çekmiş, tüm mekânlar dev bir krokiyi andıracak biçimde beyaz çizgilerle zemine çizilmişti. Duvarların olmadığı bu dev mekanda, uygun kamera açısı yakalandığında neredeyse tüm kasaba halkı kadrajın içerisine sığmaktaydı. Tabii ki bu esnada tüm oyuncular sanal duvarların arkasında hareket etmekteydiler ve asla birbirleriyle temas etmemekteydiler. İşte kasabanın iyilik perisi olan ve herkese karşı sınırsız bir hoşgörüyle yaklaşan Grace (ismin “şükran” anlamına geldiğini unutmayalım) bu çevre tasarımının içerisinde ilk kez tecavüze uğradığında, bu eylem kelimenin tam anlamıyla tüm kasabanın gözü önünde gerçekleşmekteydi. Çok çarpıcı biçimde tüm kasaba normal bir ritimde gündelik hayatını sürdürürken, alış veriş yaparken, küçük kızlar dehşet dolu sahnenin hemen önünde sek sek oynamaya devam ederken Grace çaresiz biçimde yardım eli aramaktadır. Sahnenin metaforik anlamda değil, gerçek anlamda tüm kasabanın gözleri önünde gerçekleşmesi çok çarpıcı bir yabancılaştırma efektidir.

Ancak “Dogville” ve “Manderlay” de bu yabancılaştırmanın zaman zaman kırıldığına tanıklık ederiz. Tiyatro sahnesinin aksine doğrudan değil kameranın gözü aracılığıyla izlediğimiz bu sahneler zaman zaman “close up”larla bölünür. Genel çekimin aksine bu anlarda “teatral” olan yerini yumuşak bir geçişle, biz hiç farkına varmadan “sinemasal” olana bırakır. Bu anlarda perdede dramatik bir etki oluştuğuna tanıklık ederiz. “Dogville”de Tom ile Grace arasındaki romantik sahneler bunun örneklerinden birisidir. Ama aslında bu anda bile Brecht’in yabancılaştırmaya dayalı estetiğinden vazgeçilmiş değildir. Fransız düşünür Althusser, “Materyalist Bir Tiyatro Üzerine Notlar” başlıklı ünlü makalesinde özdeşleşme ve yabancılaştırma arasındaki bu ilişkiyi bir ayna metaforu üzerinden açıklar. Ona göre Brecht’in yabancılaştırma estetiğinin gerçekten işlevini yerine getirebilmesi için ilk aşamada özdeşleşmeden yararlanması kaçınılmazdır. Sahnede kendimizi tanıyacağımız bir ayna sunulur bize. Orada kendimizi tanırız (özdeşleşme) ama o anda ayna uzaklaşır, yakınlaşır ya da ortadan kaybolur (yabancılaşma). “Dogville”i düşündüğümüzde filmin sonundaki katliam sahnesinin istenen etkiyi sağlaması için öncesinde bizim Grace’le özdeşleşmemiz, ona acımamız, onun gözünden bakarak kasaba halkından nefret etmemiz önemlidir. Sinemasal araçlar bu duyguları tiyatro sahnesine oranla çok daha güçlü açığa çıkarırlar ve finalde tüm ayrıntılarıyla sergilenen katliam sahnesi bu yüzden bizi çok rahatsız eder. Gerçek bir yabancılaşma gerçekleşir.

Diğer bir Brechtyen kavram olan gestuslara dayalı anlatım açısından da Trier’nin eserlerinde çok çarpıcı örnekler bulmak mümkündür. Örneğin “Dogville”de kasabalılar tarafından tecavüze uğradıkça “iffetsizleşen” Grace’in kasabadaki konumunu belirlemek ve kaçmasını engellemek için ayağına bağlanan çan kasabalıların evlerinden toplanan çeşitli malzemelerden imal edilmiş kolektif bir pranga olarak işlev görmektedir. Son ana kadar hala bir umut öğesi konumundaki Tom, Grace’e yardım etmek için birlikte oldukları sırada onun çanını taşır ama ona prangalarından kurtularak özgürleşmesi için yardım etmez. Toplumsal ilişkilerin temelinde yatan baskı ve iktidar mekanizmalarının açığa çıkarılmasına dönük güçlü imgelerdir bunlar.

Brecht son dönemlerinde yaptığı tiyatroyla özdeşleşmiş olan “Epik Tiyatro” kavramına sorgulayıcı yaklaşmaya ve kendi tiyatrosunu “Diyalektik Tiyatro” olarak adlandırmaya başlamıştı. “Sezuan’ın İyi İnsanı”nda burjuva liberal ahlakının bize evrensel bir norm olarak sunduğu “yeterince iyilik yapılırsa dünya çok daha yaşanılası bir yer olurdu” tezini alıp tiyatro sahnesinde teste tabi tutar. Ürettiği anti-tez, “bu şartlar altında dünyada iyilik yapmak mümkün değildir” şeklindedir. Ama diyalektik materyalizmin üçüncü aşaması olan “sentez” aşaması oyunda kendine yer bulamaz. Brecht bunun gerçek hayatta seyirci tarafından yapılması gerektiği düşüncesindeydi. “Dogville”de de benzer bir tez ele alınır ve aynı biçimde çözümsüzlüğün ağır bastığı bir finale ulaşılır. Kasabada yaşayanların içinde bulunduğu yoksulluk ve yoksunluk durumunu kader olarak algılayamayız. Oyunun akışı içerisinde Grace’e yapılanları kabullenemeyiz. Finalde sergilenen katliamı da onaylayamayız. Ve nihayetinde ilk film büyük bir açmazla sona ererken Grace’in babası yeni tezı dillendirir: “Yoksullara karşılıksız bir fedakârlık sergileyerek yardım edemezsin, onları ancak güçle yönlendirebilir ve güç aracılığıyla yardım edebilirsin.” İkinci film de bu tezin test edilişine zemin hazırlar ve onu aynı biçimde uçurumdan aşağı yuvarlar. Üçlemenin Grace’in Washington’a, iktidarı devralmaya koştuğu aşaması çekilmediği için proje hakkında genel olarak konuşmamız mümkün olmaz ama ilk iki film bize çözümlerden ziyade yeni sorunlar sunarak kapanır.  Brecht’in diyalektik anlayışıyla uyumlu biçimde.

Sonuçta Trier’nin “Fırsatlar Ülkesi: Amerika” üçlemesinin ilk iki filmi, tam da Brecht’in savunduğu gibi Amerika’nın ve onun hegemonu olduğu içinde yaşadığımız sistemin bir tarihselleştirmesini yapar. “Eski Amerika” ile dünya liderliğine oynayan “Yeni Amerika” arasındaki değerler ve güç çatışmasını metaforik bir yaklaşımla gözlerimiz önüne serer. Grace çekilmeyen üçüncü filmde muhtemelen Washington’a gidip iktidarı alacaktı ve bu savaş tamamlanacaktı ama şu an için önemli bir eksik parçayla yine de bu iki film ırkçılık ve yoksulluk üreten bir sistemin kendi içinde revizyona gidip yeni bir vizyon üretme çabalarına ve bu sırada yaşadığı açmazlara dikkat çekmekte. Her iki filmin de finalinde “Fırsatlar Ülkesi” imajının perdeye yansıyan yoksulluk görüntüleriyle yerle bir olması, “Amerika”nın da beş yüz yıllık bir zaman diliminde gezegenimize yavaş yavaş hâkim olan bir sisteme alternatif bir açılım sağlayamadığı ve sağlayamayacağı anlamına gelmekte. Yeni milenyumun ilk yıllarında Trier’in yankıladığı ses, bir önceki yüzyılın başında Brecht ve benzeri muhalif sanatçıların sözlerini kulaklarımıza taşıyor. Elbette tümüyle yeni ve özgün bir şekilde.



3 Eylül 2014 Çarşamba

Neo Liberalizm Karşıtlığı, Kültür Endüstrisi ve Tiyatro

İstanbul Tiyatro Festivali’nde Propeller ve Schaubühne’nin oyunlarını izledikten sonra tiyatro gündemine ara vererek ve tatilin yarattığı boşluktan da yararlanarak yabancı dizi sektörüne bakma şansı buldum. Amerika ve Avrupa’da üretilen ve sayıları yüzleri bulan bu diziler, uzunca bir süredir Türkiye’de de internet üzerinden ciddi bir seyirci kitlesine ulaşmakta. Özellikle bilişim teknolojileriyle aşırı içli dışlı olan genç nüfus, çok farklı tür seçenekleri içerisinden kendi zevkine uygun bulduklarına neredeyse hiçbir sınırlama olmaksızın ulaşılabilmekte. Ben özellikle içinde bulunduğumuz sistemik krizin, küresel muhalefet biçimlerinin ve hegemonik güç olarak ABD’nin tutumunun bu dizilerde nasıl sunulduğuyla ilgilendiğim için Nikita, Homeland, Black List, Person of Interest, Continuum gibi ulusal ya da uluslararası komplo, suç, casusluk ve terör/karşı-terör konuları üzerine kurulu olanların üzerinde durmayı tercih ettim. Yerli muadilleri Kurtlar Vadisi ile karşılaştırıldığında çok daha büyük bütçelerle ve nispeten “daha insani” çalışma koşulları içerisinde üretilen bu dizilerin sanat yönetimlerinin çok daha güçlü olduğu, geniş bir coğrafyada geçen olaylar etrafında yoğunlaşan senaryoları nedeniyle de çok daha küresel bir izleyici kitlesine ulaşmayı amaçladığı ortada. Dünyaya, emperyal bir gücün penceresinden bakma şansı veren bu dizilerin genel bir analize tutulmasının sanat endüstrisinin politik işlevlerini anlamlandırma açısından bize önemli veriler sağlayacağını düşündüğüm için bu konuda bir deneme yapmaya çalışacağım.

Öncelikle Amerika’daki kültür endüstrisi, yukarıda da değindiğimiz gibi internet kullanımının dünya üzerindeki hızlı yayılışına paralel biçimde hiç olmadığı kadar güçlenmiş durumda. Bununla doğru orantılı olarak sektöre dönük finansal ve insan gücüne dayalı kaynak aktarımında bir yoğunlaşma yaşanıyor. 2012 verilerine göre milenyumun ilk on yılında eğlence sektöründe istihdam edilen nüfus resmi rakamlara göre % 20, bağımsız çalışanları da dikkate alırsak %43 artış göstermiş durumda. Bununla doğru orantılı olarak eğlence sektörü %66’lık bir büyüme göstermiş durumda.[1] Uzmanlaşma, bilgi birikimi artışı ve finansal kaynakların gelişimiyle doğru orantılı olarak prodüksiyonların niteliğinde büyük bir sıçrama olduğu da ortada. Eskiden Amerikan sinema sektörünün tek başına taşıdığı küresel bayrağı şimdi televizyon sektörü de sırtlamış görünmekte.

Tüm bu veriler ışığında yukarıda bahsettiğimiz televizyon dizilerinde çizilen dünyaya biraz daha eleştirel bakmayı deneyelim. Öncelikle bu dizilerin büyük oranda internet teknolojileriyle içli dışlı olan küresel genç nüfus tarafından izlendiğini yeniden hatırlatalım. Aynı kesim doğudan batıya tüm dünyayı sarsan sistem karşıtı hareketlerin de lokomotif gücü olmaya aday. Diğer bir deyişle sistemin içinde bulunduğu kriz nedeniyle kapsamakta zorlandığı ama kendi geleceğini yeniden üretebilmek adına mutlaka kapsaması, dönüştürmesi ve ehlileştirmesi gereken bir kitleden söz ediyoruz. Bu noktada sistemin her geçen gün çok daha fazla finansal yatırım yaptığı dizi sektörünün bu genç nüfusa nasıl bir dünya tasavvuru sunduğu önem kazanıyor. İlginç bir biçimde bu dizilerin neredeyse tamamında tüm dünyada son otuz yıla damgasını vuran neo-lberalizmin bir “kötülük kaynağı” olarak sunulduğunu görüyoruz. 80’lerin gözdesi olan girişimcilik, borsa, finans, kar gibi kavramlar bu dizilerde toplumsal yapıyı ve bireylerin en temel haklarını sürekli tehdit eden özel şirketlerin demagojik unsurları olarak sunuluyorlar. Onların sınır tanımayan kar hırsı kamusal ve çevresel kaynakları hızla yok etmekte ve insanlığın gezegenimizdeki varoluşunu tehdit eder hale gelmektedir. Üstelik bu kendi çıkarları gereği her türlü değeri ayaklar altına almaktan çekinmeyecek yapıların devlet mekanizmasını ele geçirmesiyle ABD ve Batılı müttefikleri tüm dünyada nefret edilen güçler haline gelmişlerdir. Ortadoğu, Afrika ve Asya’da yapılan operasyonların bedelini her halükarda geniş halk yığınları ödemekte, kaymağını ise küçük bir grup elit paylaşmaktadır. Özetle, bu diziler neo-liberalizm karşıtı bir dramaturji içerisinden konuşmayı tercih etmekte ve bunu yaparken potansiyel izleyicisi olan genç nüfusun muhalif dilini de bir malzeme olarak  kullanmaktan çekinmemektedir.

Diğer yandan “tüm kötülüklerin anası olan neo-liberal sosyo-ekonomik politikalar”a karşı sokaklara çıkmış durumdaki milyonlarca muhalifin bizzat kendileri bu dizilerde nasıl sunulmaktadır? Tahmin edileceği üzere bu dizilerde küresel muhalefete katılmış gençler kandırılmış saf çocuklar olarak çizilmektedirler. İsyan ve öfkeleri naif ve meşru duygular olarak sunulurlar. Son otuz yıldır yaşadığımız gezegende sürekli tahribat yaratarak insan ırkının geleceğini tehdit eder hale gelmiş olan bir sisteme karşı ayaklanmaları anlaşılır bir durumdur. Ancak onların da çok dikkatli olması gerekmektedir; sistem içerisindeki adaletsiz paylaşım mekanizmalarının ortadan kaldırılması değil, yeniden bölüştürülmesi amacıyla mücadele veren farklı çıkar odaklarının maşası haline gelme olasılıkları çok yüksektir. Tıpkı Gezi Parkı’nda ağaçları koruyan gençlerin uluslararası bir komplonun (!) parçaları haline gelmeleri gibi değil mi?

Peki bu noktada Batı merkezli kültür endüstrisinin bu karlı ürünlerinde bizlere sunulan çözüm nedir? Hem vahşi kapitalizmin sınır tanımazlığına dur deyip, hem de “sınırsız anarşi” isteyen kötü niyetli odakların maşası olmaktan nasıl kurtulabileceğiz? Cevap sizi şaşırtmayacaktır: Yenilmeyen, yıkılmayan güçlü bir devlet sayesinde. Bu dizilerde her şeye rağmen “kötülüklerle” mücadele eden kamu görevlilerine rastlarız. Çoğu fedakârca yürütülen mesleki görevler yüzünden ailesini, bedensel ve ruhsal sağlığını yitirmiş, insanlık dışı koşullara maruz kalmayı göze almışlardır. Buna rağmen mücadeleyi bırakmazlar. Ama devlet zayıftır. Bir hastalık gibi tüm toplumu sarmış olan ahlaki yozlaşma devletin içerisinde de ipleri eline almıştır. Rüşvet alan kamu görevlileri, satılmış politikacılar vs… türünden her türlü klişe mevcuttur bu hikâyede. İhtiyaç duyduğumuz şeyse zayıf devleti yeniden güçlendirmek ve kamu yararını koruyacak biçimde yeniden yapılandırmak olmalıdır. Kısacası bu dizilerin şiarı  “millet eğilmez, devlet yenilmez”dir. Tipik bir sol gösterip sağ vurma taktiği değil mi?

İşte bu noktada geçtiğimiz sezon izlediğim oyunlardan birkaçı geldi aklıma: İBŞT’den Engin Alkan rejisiyle “Vişne Bahçesi”, Propeller Theatre Company’den Edward Hall rejisiyle “Yanlışlıklar Komedyası” ve Schaubühne’de Thomas Ostermeier rejisiyle “Bir Halk Düşmanı”. Bu üç oyunun çeşitli ortak noktaları vardı. Öncelikle üçü de klasikleri güncelleyerek onlar üzerinden günümüze dair söz söyleme isteğindeydiler. Çehov'un, Shakespeare'in ya da İbsen'in farklı yüzyılların ama aynı "çağın" anlatıcısı olduğu gerçeğinden hareketle, onların yazdığı metinleri çağdaş dramaturjilerle sahneye taşıma iddiasında idiler. Ve her üç oyun da, ister istemez, içinde yaşadığımız ve krizde olduğu aşikar olan sisteme dair eleştirel bir yaklaşım barındırıyorlardı. "Vişne Bahçesi"nde Türkiye'ye has koşullar içerisinde, neo-liberal politikalar çerçevesinde geçmişin güçlü azınlığından yeni yetme İslami "burjuvaziye" servet transferi yapılırken, aslında kapitalizm yeni bir evresine nasıl geçilmekte olduğu ve bu değişim esnasında sistemin ne denli yıkıcı ve vahşi olabileceği ortaya konuyordu. "Yanlışlıklar Komedyası"nda kostüm ve çevre tasarımı 80'ler’e referans edecek biçimde düzenlenmiş ve Batı'da Reagan-Teacher politikalarıyla özdeşleştirilen neo-liberalizmin altın şafağı baz alınarak burjuva "ahlaksızlığı" masaya yatırılmıştı. Shakespeare’in yüzlerce yıl önce henüz yeni yeni oluşmakta iken eleştiriye tabi tuttuğu burjuva toplumunun çocukluk hastalıklarında hiçbir değişim olmadığı, kapitalizmin ve onun temel değerlerinin 7’sinde neyse 70’nde de o olacağı ima edilerek bu sistemin iflah olamayacağı sergilenmeye çalışılmıştı. "Bir Halk Düşmanı"nda ise bir kamu görevlisi işini dürüstçe yapmaya kalktığında yöneticiler ve çıkar odakları tarafından nasıl boğulacağı, bir model oyun üzerinden tartışmaya açılmıştı.

Üç oyunda da belirgin bir neo-liberalizm karşıtlığı görülmekle beraber hiçbiri salonda bulunanları devlet babaya sığınmaya davet etmiyor, aksine imalı ya da açık bir biçimde bu sistemi değiştirmek için bir şeyler yapmaya çağırıyordu, elbette ki çok farklı üsluplar içerisinde. “Vişne Bahçesi”nde oyun, dingin ve sakin bir gelişim çizgisi izleyip geçmişe ait tüm doğruların yıkılışını simgeleyen oldukça sert bir finale doğru uzanıyordu. Seyirciyi artık ayakta durması imkansız olan ölü bir geçmiş ile gelenin gideni arattığı vahşi bir gelecek arasında konumlandırarak şimdiki zaman üzerine düşünmesini sağlamaya çalışıyordu. “Yanlışlıklar Komedyası”, sisteme hayat veren ve ondan en büyük faydayı sağlayan sınıfın "bencillik" kokan değerlerini karikatürize ederek seyirciyi sistemi ayakta tutan aile, din, iş ahlakı, adalet gibi değerleri ahlaki açıdan sorgulamaya davet ediyordu. Seyirci katılımını özendirerek tiyatro sahnesini bir forum ortamına dönüştüren ve Gezi'nin yıldönümüne yakışır bir teatral performans izlememizi sağlayan “Bir Halk Düşmanı” şüphesiz yukarıdaki iki oyuna göre neo-liberal sistemi çok daha cepheden saldırı altına alıyordu. Bu yüzden de hükümete yakın gazetelerin tepkisiyle karşılaşması da tesadüf değildi.[2]

Sonuçta kültür endüstrisi içerisinde dolaşıp, egemen sistemin medya aracılığıyla işleyen yeniden-üretim mekanizmaları üzerine gözlem yapma şansı elde etmek, tiyatronun söyleyecek alternatif bir sözü bulunan ve eleştirel bir sanatsal paradigma arayışında olan herkese hala bağımsız bir ifade platformu sağlayabilecek gücü olduğunu düşündürdü bana. Schaubühne ve Propeller Company’nin Filipinler’den Kanada’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada binlerce insana ulaşan bir turne ağına sahip olduklarını unutmayalım. Küresel düzeyde işleyen manipülatif bir kültürel bombardımana, yine küresel bir karşılık verildiğini görmek tiyatro adına umut verici.



[1] Detaylar için bkz. www.techdirt.com adlı internet sitesinde yer alan “The Sky is Rising…” başlıklı makale.
[2] Bkz. 28.05.2014 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yer alan “Alman Oyunu” başlıklı makale.