26 Mayıs 2014 Pazartesi

Propeller'ın Sırrı Ne?

Bir Shakespeare oyunu izlerken sıklıkla şöyle hissettiğimiz olmuştur: Oyun biraz uzun, budansa iyi olurmuş. Bunu bir kadermiş gibi kabul eder, eğer uygulamacıysak kendimiz çalışırken nereleri kessek diye bakarız. Bu aslında biraz haddini bilmekten, durumu kabullenmekten kaynaklanır. Bir Shakespeare metninin tümünü sindiremiyorsam, yiyebileceğim kadarını alayım diye düşünürüz adeta. Metni kutsal kabul eden diğer bir yaklaşımsa metnin incelikli bir analizinin ve ne olursa olsun değiştirilmeden oynanmasının savunuculuğunu yapar. Bu kanattan "nasıl olur da Shakespeare'i değiştirmeye cüret edebilirsin" ya da "tümünü oynayamıyorsan neden bu oyunu seçiyorsun" türünden itirazlar yükseldiğini duyarsınız. Ama metne bu denli bağlı kalan yorumlarda da metnin sahnelenişine dair oluşan boşlukların seyirciyi yorması ya da sıkması çok sık rastlanan bir durumdur. 19. İKSV İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında İstanbul seyircisiyle buluşan Propeller Tiyatro Kumpanyası bu konudaki ezberimizi ciddi biçimde bozdu. Shakespeare'den sergiledikleri iki oyunu, "Yanlışlıklar Komedyası" ve "Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası"nı izledikten sonra yanımdaki arkadaşıma "Propeller'ın sırrı ne?" diye sormaktan kendimi alamadım. Nasıl olmuştu da iki saatin üzerindeki her iki oyunu da hiç kopmadan, yabancılaşmadan, metnin dönemeçlerinde savrulmadan, durgun bir suda ilerleyen bir gondolda keyif çatarcasına izleyip bitirmiştik?

Sırlardan ilkinin metinle kurulan ilişkide yattığını düşünüyorum. Festival öncesinde Mimesis Portal'e Propeller adına bir söyleşi veren Caro MacKay topluluğun tiyatro anlayışını şu sözlerle özetliyordu: "Çıkardığımız prodüksiyonlarda metnin sahnede şiirselliği ile vücut bulması için tüm yolları arıyor ve oyuncuya hikayeyi anlatırken mümkün olduğunca hareket alanı yaratıyoruz. Aslında Shakespare’i basitçe, olması gerektiğine inandığımız şekilde yeniden keşfediyoruz: Büyük bir açıklıkla, doğru ritmi keşfederek ve sahnede mümkün olduğunca hayal gücümüzü kullanarak… " Oyunları izlerken MacKay'ın tam olarak neden bahsettiğini daha iyi anladım. Türkiye'de ya da dünyada sıkça sergilenen "sıkıcı" Shakespeare yorumlarının bir analizini yapmak mümkün olsaydı, bu oyunların çoğunun Shakespeare metinlerine bir "oyun" olmaktan ziyade bir "edebiyat eseri" olarak yaklaştıkları ortaya çıkardı. Diğer bir deyişle, Shakespeare metinlerine birer okuma tiyatrosu mantığıyla yaklaşılması çok sık düşülen bir hata. Oysa Shakespeare bu metinleri her şeyden önce oynanmak için yazmıştı. Propeller'ın her iki prodüksiyonunda da Shakespeare'e dair bu gerçekliğin seyirciye hatırlatıldığına şahit olduk. Metin, yukarıda da değinildiği gibi sahne ritmini belirleyen ve sahnenin ruhuna dair ipuçları veren bir altyapı sunuyordu. Tüm sapakları, iniş ve çıkışlarıyla bizi ulaşacağımız yere götüren bir demiryolu gibi. Bu yolun üzerinde zaman zaman hızlanıp, zaman zaman yavaşlayarak ilerleyen şimendifer ise eylemin ta kendisiydi. Stanislavski, yazarın sunduğu verili koşullar içerisinde içsel ve dışsal bir yaşantı inşa eden oyuncunun piyesin başından sonuna sadık kalması gereken yol haritasına, müzikal terminolojiden yararlanarak "skor" adını vermişti. Propeller'ın bizi çıkardığı tren yolculuğunu daha iyi adlandıracak bir kavram yok. Ancak ilginç bir şekilde İstanbul'da izlediğimiz her iki oyunda da skor, hem sahnedeki oyuncuların varlığıyla hayat bulan, hem de onlardan bağımsız akan bir nitelik arz etmekteydi. Şimendifer büyük bir hızla en keskin dönemeçleri alıp, istasyonları birer birer geride bırakırken adeta kendi başına ilerlemekteydi ve oyuncular sık sık vagonlardan birisine atlayıp hareket halindeki trene binmekte, ulaşmayı istedikleri istasyonlara ulaşınca yine trenin durmasını beklemeden trenden atlamaktaydılar. Oyunları izlerken sırası gelen oyuncuların kulisten koşarak geldiğine ve hiç aksamadan akmakta olan eylem çizgisine, uygun biçimde dahil olduğuna şahitlik etmemizin nedeni buydu. İşi biten kişi de aynı çabuklukla ortadan kaybolmaktaydı. Herkes çok hızlı hareket etmekteydi ama kimsenin acelesi yoktu. Tüm oyuna hakim olan ve temelleri metnin ritmi üzerine inşa edilmiş bu hız duygusu oyunun ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini bile anlamamamıza neden oldu -verilen arada oyuncuların dinlenmek yerine fuayede müzik yaptığını, şimendiferin hız kesmeden yoluna devam ettiğini hatırlamakta fayda var.

Metnin sahne üzerinde "seslendirilmesine" yönelik yaklaşımdan da ayrıca bahsetmek gerekir. Propeller'ın oyuncuları sahne üzerinde icra ettikleri tüm eylemleri, vokal ya da korporal diye ayırt etmeden aynı titizlikle icra ediyorlardı. Stanislavski son dönemde üzerinde yoğunlaştığı "fiziksel eylemler kuramı"nı geliştirirken, konuşmanın da fiziksel bir eylem olarak görülmesi gerektiğini savunmuştu. Propeller oyuncuları bu yaklaşıma çok yakın bir tavır içerisindeydiler. Shakespeare metnini bir okuma tiyatrosu formatına saplanmaktan kurtaran da buydu. Dolayısıyla oyuncunun metne teslim olduğu değil, metnin bağrında yatan temel eylemi, duyguyu ya da jesti keşfedip açığa çıkardığı bir üslup söz konusuydu. Muhsin ve Vahram adlı oyunumuzda da kullandığımız bir alıntıda, ilk Türkçe Hamlet çevirisinin sahibi Abdullah Cevdet Shakespeare'in tiyatrosunu şu sözlerle tarif etmekteydi: "Shakespeare'in dehası kelimede değil, histe, tarz-ı tasvirde, fikirde, manada, harekattadır." Yüz yıl önce Osmanlı'nın çöküş yıllarında telaffuz edilen bu sözleri, Cumartesi günü bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz yönetmen Edward Hall'ın ağzından da işitmek gerçekten ilginç oldu. Hall kumpanya olarak prova sırasında yürüttükleri çalışma anlayışını özetlerken metnin tiyatrocular için sadece bir yol gösterici olduğunu, kendi işlerinin kâğıtta yazan tüm direktiflere tek tek sahne üzerinde uygun yanıtlar bulmak olduğunu, bu bağlamda metni edebi ve entelektüel bir eser olmaktan çok sahne üzerinde yaratıcı faaliyet içerisindeki oyuncunun başlangıç noktası olarak gördüklerini anlattı.

Her iki oyunda da tatmin edici örneklerini gördüğümüz oyunculuk yaklaşımından da bahsetmek gerekir. Öncelikle yönetmenin de açık biçimde ortaya koyduğu gibi Propeller'da oyun konsepti tümüyle oyunculuk üzerine kurulu biçimde tasarlanmış durumda. Işığın, kostümün ve dekorun tümüyle görmezden gelindiğini kastetmiyoruz elbette. Ama bunlar büyük bir hızla eylemin peşinde koymakta olan oyunculara sessiz sedasız refakat eden yan unsurlar olarak kalmışlardı. Söz konusu öğelerin kumpanyanın yorumunun oluşmasında çok önemli bir payı olduğunu kabul etmekle beraber oyunlardan çıkıldığında asıl akılda kalanın oyuncular olduğunu da söylemek yanlış olmayacaktır. Yapılan söyleşide yönetmen de bunu açık biçimde onaylayarak, Shakespeare döneminde tiyatronun tümüyle oyuncu üzerine kurulu olduğunu ve kendilerinin de benzeri bir anlayış içerisinde olmaya özen gösterdiklerini belirtti. Oyuncuların bu denli merkezi bir konuma sahip olduğu bir tiyatro anlayışında sahne üzerinde tümüyle ensamble mantığının hakim olduğunu da özellikle vurgulamak gerekir. Oyunun akışı sırasında teknik bir unsur olan ışık dışındaki tüm öğeler seyircinin göreceği açıklıkta oyuncular tarafından idare ediliyordu. Rolü ne denli ön planda olursa olsun ayrıcalıklı ya da öncelikli oyunculara rastlamak mümkün değildi.

Role yaklaşım meselesine gelirsek... Çokça ön plana çıkarıldığı gibi, Propeller oyunlarında kadın rollerinin Elizabethyen dönemde olduğu gibi erkekler tarafından oynandığına şahitlik ettik. "Yanlışlıklar Komedyası"nın arasında sohbet ettiğim bir seyirci eşcinsel bir yorum olup olmadığını sorduğunda şaşırdım, çünkü ilk yarıyı izlerken bana bu duyguyu verecek hiçbir oyunculuk öğesi dikkatimi çekmemişti. İkinci yarıyı izlerken özellikle buna dikkat etmeye çalıştığımda böyle bir yorum olmadığından kesinlikle emin oldum. Erkek oyuncular kadınları oynarken karaktere sadece bir rol olarak yaklaşıyorlardı. Onlar için sahnede bir kadın karakteri oynamak cinler prensini oynamaktan çok da farklı bir şey değildi. Bir duruş, bir ses ve bir tavır keşfedip öykünün akışı için gerekli eylemleri gerçekleştirmeye konsantre oluyorlardı. En önemli nokta şuydu: Onların kadın olmadıklarını biliyorduk ama kadın olduklarına inanıyorduk. Tıpkı Shakespeare dönemindeki gibi. Bu genel yaklaşımın sadece kadın rolleri için değil tüm roller için geçerli olduğunu gözlemledik. Oyuncular genelde oldukça yaratıcı ve çeşitlemeye açık bir üslupla sahnede varoluyorlardı ama yetenekleri metnin gerekleri tarafından sınırlandırılmıştı. Ama bu onları kısıtlamıyor, tam tersine gösterdikleri disiplin nedeniyle sahnede parlamalarına neden oluyordu.

Biraz da oyunlar arasındaki farklardan bahsedelim.  "Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası"nın "Yanlışlıklar Komedyası"na oranla daha "klasik" diyebileceğimiz bir üslupla sergilendiğine tanıklık ettik. Oyunun akışı içerisinde çok karmaşık olan odaklar arası geçişler ve bir odağın zaman zaman diğerine temas ettiği anlar büyük bir disiplin ve ustalıkla kotarıldı. Bir odağın diğerinin önüne geçmemesi ve yazarın kurduğu dengenin bozulmaması için çok dikkatli bir matematik işletiliyordu. Grubun kendi alternatif dramaturjisini vurgulamak yerine tüm olanaklarıyla Shakespeare metnini sahneye taşımak gibi bir amaçla hareket ettiği anlaşılıyordu ve bu da büyük bir ustalıkla başarıldı. Oysa "Yanlışlıklar Komedyası"nda çok farklı bir yaklaşım söz konusuydu. Diğer eleştirmenlerin de bahsettiği gibi bu oyunda kostüm seçimi fazlasıyla ön plana çıkmıştı. Radikal'de Zeynep Aksoy'un yazdığı gibi tümüyle 80'ler rüzgarı estiren bir kostüm tasarımı söz konusuydu. Bunun önemli bir 'gestus' olarak okunması gerektiğini düşünüyorum. Shakespeare kendi oyununu yazarken Avrupa'da yaklaşmakta olan yeni bir sistemin ayak sesleri duyulmaktaydı. Shakespeare çokça uygulanan bir yöntemi kullanarak hiç de hoşlanmadığı, hatta büyük bir tehdit olarak gördüğü kendi döneminin burjuvazisini tüm değerleriyle Antik Yunan dekoru içerisine yerleştirmiş ve bir "uzaklaştırma" efekti uygulamıştı. İlkçağ'ın önemli ticaret merkezi Efes, oyunda Shekespeare dönemi İngiltere'sinde her geçen daha da yükselen burjuva değerlerin hüküm sürdüğü bir metropol olarak çıkar karşımıza. Bu kapitalist metropolde tüm değerler maddileşmiş ve paranın hükmü altına girmiştir: Kadın erkek ilişkileri, aile, arkadaşlık ve iş ilişkileri... Alaya alınan ve iyice karikatürleştirilen bir burjuva dünyası vardır gözümüzün önünde. Propeller ise Shakespeare'in tersine bir "yakınlaştırma efekti" uygulayarak noe-liberal politikaların moda olduğu ve yeni bir kapitalizmin doğuşuna tanıklık ettiğimiz 80'lere vurgu yapmayı, böylece şimdi içinde olduğumuz büyük krizin ne zaman başladığını hatırlatmayı tercih etti bizlere. Bu bağlamda İlker Yasin Keskin'in Mimesis'te yayınlanan yazısında tam bir yere oturtamadığını belirttiği "rahibe yorumu" da bu bağlamda bir anlam kazanır. Shakespeare'in oyununda dinin “anaç” yönünü simgeleyen rahibe figürü, aslında temelinde bir trajedi yatan bu farsın sona ermesini aracılık eden bir karakter olarak işlevleniyordu. Oysa Propeller Kumpanyası ve elbette ki yönetmen Hall günümüzde dine böyle bir işlev biçemezdi, oyuna yapılmış kostüm dışındaki en önemli müdahale rahibe figürünün neredeyse bir "genelev maması" gibi çizilmesinde yatıyordu -ki Madonna'nın klipleri düşünülürse kutsallığı cinsellikle harmanlama taktiğinin yine 80'lerin popüler kültüründe çokça kullanıldığı hatırlanacaktır. Hall ile yaptığımız söyleşide yönetmen bize Shakespeare'in modernize edilmeye ihtiyaç duymadığını, çünkü son derece modern bir içeriğe sahip olduğunu düşündüğünü söylemişti. Bu anlamda "Yanlışlıklar Komedyası" sadece kostüm ve çevre tasarımına müdahale edilerek bir Shakespeare oyununun nasıl günümüzü tartışan aktüel bir oyuna dönüşebileceğinin güzel bir örneğini sunmuş oldu bize.

Sonuç olarak, Propeller klasik eserlerin nasıl ele alınacağı, ensamble oyunculuk geleneğinin hala önemli işler yapmaya aday olduğu, tiyatroyu kurtarmanın insana yani oyuncuya yatırım yaparak mümkün olabileceğine dair önemli mesajlar vererek ayrıldı İstanbul'dan. Böyle bir yaz dönümü ziyafetine ihtiyacımız vardı sanki.  

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma'da Bir Halk Düşmanı?

Hepimiz bekliyorduk. Ostermeier’in “Bir Halk Düşmanı”nı izlemeye hazırlanıyorduk. İbsen’in 150 yıl önce liberalizmin ikiyüzlülüğünü anlatan; tek amacı kâr olan etik değerleri yok olmuş bir sosyo-ekonomik sistemin insanlığa ait tüm değerleri nasıl yok ettiğini ortaya koymak için kaleme alınmış oyununu çağdaş bir dramaturji ile izleyecektik. Schaubühne oyuncuları büyük hesapların peşinde koşan büyük adamları ve küçük hesapların peşinde koşan küçük insanları sunacaktı Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nun sahnesinde. Ama birden kendimizi Brecht’in “Turandot”unda bulduk. Sarı Irmak gerçekten var mı, yoksa sadece algılarımızın bir ürünü mü diye tartışacakken ırmak taştı ve hepimiz boğulduk. Her gün birer birer, onar onar ölen adını bile duymadığımız, hikâyesi ve tarihi olmayan insanların bir günde yüzlercesi ölünce Soma’daki maden işletmelerinden sızan karbonmonoksit gazı bütün bir ülkeyi boğdu ve ışıklarını yitiren madenin karanlığı içimize oturdu.

Ekonomik liberalizmin sınır tanımaz laissez faire laissez passerciliği yaşadığımız dünyaya insanlık tarihinin en büyük iki savaşını hediye etmişti. O savaşta insanlığın büyük umutlarına; bilime, teknolojiye, akla ve insanlığa duyulan inancın kesik bir yara gibi kanayan çamurlu siperlere gömülüşüne tanıklık edilmişti. Şimdi hiç de kısa sayılamayacak bir süredir tüm dünyada sınır tanımaz biçimde yükselen neo-liberal politikalar yeni ölümler hediye etmeye devam ediyor insanlığa. Kalkınma, ekmek, aş derken her gün ölüyoruz: kimimiz bedenen, kimimiz ruhen, kimimiz her ikisini de yitirerek. Kapitalizmin insanlığı mutlu edemeyeceği zaten ortaya çıkmıştı, halklar ayaktaydılar, yöneticilere karşı sokaklara taşan büyük bir öfke vardı. Çevreye, insana, kültüre ve tarihe gelmiş geçmiş en büyük tahribatları yaşatmış olan ve yaşatmaya devam eden bu sistemin ne zaman öleceği konuşulur olmuştu son yıllarda. Düşünürler ve bilge kişiler hesap kesmekte yarışır olmuşlardı. Ama bu kadarı fazla oldu. Bu kadar “gerçeklik” bizim kaldırabileceğimizden çok daha ağır.

Soma’da bir halk düşmanına mı ihtiyacımız var? Kâr dışında hiçbir şey düşünmeyen, “verimlilik” denen insanı bir takım rakamlardan ibaret gören insanlık dışı bir ilkeyi şiar edinmiş, gökdelenlerine ekledikleri katlarla adeta tanrı katına ulaşmaya çalışan ve Babillilerden kat be kat bağnaz bir aymazlığa düşmüş şirketlere pabuç bırakmayacak bir halk düşmanına? “Bu madenler iflas eder ve kapanırsa üç kuruşluk gelirimizden de oluruz” diye düşünen orta sınıfları şeytanla aynı masaya oturmakla itham edecek zehirli bir dille konuşan gerçek bir halk düşmanına? “Geçinmek için bu işe ihtiyacımız var” diye düşünerek kendi durumunu kabullenmiş ve “maden açıldığında yine gireceğim” diyecek kadar çaresizlik içinde hisseden işçilere seslenecek halkın gerçek bir düşmanına? Büyük ihtimalle boşuna bekliyor olacağız ve halkın düşmanını sadece sahnede görmekle yetineceğiz. Geçmişte “doğru”yu söylemek için her türlü zorluğa meydan okumayı seçen Dr. Stockmann’ın tek bir doğrusu var: Ödenmesi gereken kredileri var.


Lanetli kehanetler üretmek için kaleme alınmış “Hamletmaschine” adlı o uğursuz metinde bir imge hediye etmişti Müller bize: Gösterinin bir anında tüm dekorlar değişir ve sahneye bir buzdolabı getirilir, az sonra o dolaptan kanlar akmaya başlayacaktır. Yetmişli yılların sonunda yazılan, iki bloklu dünya sisteminin son günlerinin yaklaşmakta olduğunu vazeden bu metin bize artık yeni buzdolapları almak için yaşayacağımızı ama sonucun değişmeyeceğini ima etmişti: Kapitalizm öldürür.