Bir Shakespeare oyunu izlerken sıklıkla şöyle hissettiğimiz
olmuştur: Oyun biraz uzun, budansa iyi olurmuş. Bunu bir kadermiş gibi kabul
eder, eğer uygulamacıysak kendimiz çalışırken nereleri kessek diye bakarız. Bu
aslında biraz haddini bilmekten, durumu kabullenmekten kaynaklanır. Bir Shakespeare
metninin tümünü sindiremiyorsam, yiyebileceğim kadarını alayım diye düşünürüz
adeta. Metni kutsal kabul eden diğer bir yaklaşımsa metnin incelikli bir
analizinin ve ne olursa olsun değiştirilmeden oynanmasının savunuculuğunu
yapar. Bu kanattan "nasıl olur da Shakespeare'i değiştirmeye cüret
edebilirsin" ya da "tümünü oynayamıyorsan neden bu oyunu
seçiyorsun" türünden itirazlar yükseldiğini duyarsınız. Ama metne bu denli
bağlı kalan yorumlarda da metnin sahnelenişine dair oluşan boşlukların
seyirciyi yorması ya da sıkması çok sık rastlanan bir durumdur. 19. İKSV
İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında İstanbul seyircisiyle buluşan Propeller
Tiyatro Kumpanyası bu konudaki ezberimizi ciddi biçimde bozdu. Shakespeare'den
sergiledikleri iki oyunu, "Yanlışlıklar Komedyası" ve "Bir
Yazdönümü Gecesi Rüyası"nı izledikten sonra yanımdaki arkadaşıma
"Propeller'ın sırrı ne?" diye sormaktan kendimi alamadım. Nasıl
olmuştu da iki saatin üzerindeki her iki oyunu da hiç kopmadan,
yabancılaşmadan, metnin dönemeçlerinde savrulmadan, durgun bir suda ilerleyen
bir gondolda keyif çatarcasına izleyip bitirmiştik?
Sırlardan ilkinin metinle kurulan ilişkide yattığını düşünüyorum.
Festival öncesinde Mimesis Portal'e Propeller
adına bir söyleşi veren Caro MacKay topluluğun tiyatro anlayışını şu
sözlerle özetliyordu: "Çıkardığımız prodüksiyonlarda metnin sahnede
şiirselliği ile vücut bulması için tüm yolları arıyor ve oyuncuya hikayeyi
anlatırken mümkün olduğunca hareket alanı yaratıyoruz. Aslında Shakespare’i
basitçe, olması gerektiğine inandığımız şekilde yeniden keşfediyoruz: Büyük bir
açıklıkla, doğru ritmi keşfederek ve sahnede mümkün olduğunca hayal gücümüzü
kullanarak… " Oyunları
izlerken MacKay'ın tam olarak neden bahsettiğini daha iyi anladım. Türkiye'de
ya da dünyada sıkça sergilenen "sıkıcı" Shakespeare yorumlarının bir
analizini yapmak mümkün olsaydı, bu oyunların çoğunun Shakespeare metinlerine
bir "oyun" olmaktan ziyade bir "edebiyat eseri" olarak
yaklaştıkları ortaya çıkardı. Diğer bir deyişle, Shakespeare metinlerine birer
okuma tiyatrosu mantığıyla yaklaşılması çok sık düşülen bir hata. Oysa
Shakespeare bu metinleri her şeyden önce oynanmak için yazmıştı. Propeller'ın
her iki prodüksiyonunda da Shakespeare'e dair bu gerçekliğin seyirciye
hatırlatıldığına şahit olduk. Metin, yukarıda da değinildiği gibi sahne ritmini
belirleyen ve sahnenin ruhuna dair ipuçları veren bir altyapı sunuyordu. Tüm
sapakları, iniş ve çıkışlarıyla bizi ulaşacağımız yere götüren bir demiryolu
gibi. Bu yolun üzerinde zaman zaman hızlanıp, zaman zaman yavaşlayarak
ilerleyen şimendifer ise eylemin ta kendisiydi. Stanislavski, yazarın sunduğu
verili koşullar içerisinde içsel ve dışsal bir yaşantı inşa eden oyuncunun
piyesin başından sonuna sadık kalması gereken yol haritasına, müzikal
terminolojiden yararlanarak "skor" adını vermişti. Propeller'ın bizi
çıkardığı tren yolculuğunu daha iyi adlandıracak bir kavram yok. Ancak ilginç
bir şekilde İstanbul'da izlediğimiz her iki oyunda da skor, hem sahnedeki
oyuncuların varlığıyla hayat bulan, hem de onlardan bağımsız akan bir nitelik arz
etmekteydi. Şimendifer büyük bir hızla en keskin dönemeçleri alıp, istasyonları
birer birer geride bırakırken adeta kendi başına ilerlemekteydi ve oyuncular
sık sık vagonlardan birisine atlayıp hareket halindeki trene binmekte, ulaşmayı
istedikleri istasyonlara ulaşınca yine trenin durmasını beklemeden trenden
atlamaktaydılar. Oyunları izlerken sırası gelen oyuncuların kulisten koşarak
geldiğine ve hiç aksamadan akmakta olan eylem çizgisine, uygun biçimde dahil olduğuna
şahitlik etmemizin nedeni buydu. İşi biten kişi de aynı çabuklukla ortadan
kaybolmaktaydı. Herkes çok hızlı hareket etmekteydi ama kimsenin acelesi yoktu.
Tüm oyuna hakim olan ve temelleri metnin ritmi üzerine inşa edilmiş bu hız
duygusu oyunun ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini bile anlamamamıza neden
oldu -verilen arada oyuncuların dinlenmek yerine fuayede müzik yaptığını,
şimendiferin hız kesmeden yoluna devam ettiğini hatırlamakta fayda var.
Metnin sahne üzerinde "seslendirilmesine" yönelik
yaklaşımdan da ayrıca bahsetmek gerekir. Propeller'ın oyuncuları sahne üzerinde
icra ettikleri tüm eylemleri, vokal ya da korporal diye ayırt etmeden aynı titizlikle
icra ediyorlardı. Stanislavski son dönemde üzerinde yoğunlaştığı "fiziksel
eylemler kuramı"nı geliştirirken, konuşmanın da fiziksel bir eylem olarak
görülmesi gerektiğini savunmuştu. Propeller oyuncuları bu yaklaşıma çok yakın
bir tavır içerisindeydiler. Shakespeare metnini bir okuma tiyatrosu formatına
saplanmaktan kurtaran da buydu. Dolayısıyla oyuncunun metne teslim olduğu
değil, metnin bağrında yatan temel eylemi, duyguyu ya da jesti keşfedip açığa
çıkardığı bir üslup söz konusuydu. Muhsin
ve Vahram adlı oyunumuzda da kullandığımız bir alıntıda, ilk Türkçe Hamlet
çevirisinin sahibi Abdullah Cevdet Shakespeare'in tiyatrosunu şu sözlerle tarif
etmekteydi: "Shakespeare'in dehası kelimede değil,
histe, tarz-ı tasvirde, fikirde, manada, harekattadır." Yüz yıl önce Osmanlı'nın
çöküş yıllarında telaffuz edilen bu sözleri, Cumartesi günü bir söyleşi
gerçekleştirdiğimiz yönetmen Edward Hall'ın ağzından da işitmek gerçekten
ilginç oldu. Hall kumpanya olarak prova sırasında yürüttükleri çalışma anlayışını
özetlerken metnin tiyatrocular için sadece bir yol gösterici olduğunu, kendi
işlerinin kâğıtta yazan tüm direktiflere tek tek sahne üzerinde uygun yanıtlar
bulmak olduğunu, bu bağlamda metni edebi ve entelektüel bir eser olmaktan çok
sahne üzerinde yaratıcı faaliyet içerisindeki oyuncunun başlangıç noktası
olarak gördüklerini anlattı.
Her iki oyunda da tatmin edici örneklerini gördüğümüz oyunculuk yaklaşımından
da bahsetmek gerekir. Öncelikle yönetmenin de açık biçimde ortaya koyduğu gibi
Propeller'da oyun konsepti tümüyle oyunculuk üzerine kurulu biçimde tasarlanmış
durumda. Işığın, kostümün ve dekorun tümüyle görmezden gelindiğini
kastetmiyoruz elbette. Ama bunlar büyük bir hızla eylemin peşinde koymakta olan
oyunculara sessiz sedasız refakat eden yan unsurlar olarak kalmışlardı. Söz
konusu öğelerin kumpanyanın yorumunun oluşmasında çok önemli bir payı olduğunu
kabul etmekle beraber oyunlardan çıkıldığında asıl akılda kalanın oyuncular
olduğunu da söylemek yanlış olmayacaktır. Yapılan söyleşide yönetmen de bunu
açık biçimde onaylayarak, Shakespeare döneminde tiyatronun tümüyle oyuncu
üzerine kurulu olduğunu ve kendilerinin de benzeri bir anlayış içerisinde
olmaya özen gösterdiklerini belirtti. Oyuncuların bu denli merkezi bir konuma
sahip olduğu bir tiyatro anlayışında sahne üzerinde tümüyle ensamble mantığının
hakim olduğunu da özellikle vurgulamak gerekir. Oyunun akışı sırasında teknik
bir unsur olan ışık dışındaki tüm öğeler seyircinin göreceği açıklıkta
oyuncular tarafından idare ediliyordu. Rolü ne denli ön planda olursa olsun
ayrıcalıklı ya da öncelikli oyunculara rastlamak mümkün değildi.
Role yaklaşım meselesine gelirsek... Çokça ön plana çıkarıldığı
gibi, Propeller oyunlarında kadın rollerinin Elizabethyen dönemde olduğu gibi
erkekler tarafından oynandığına şahitlik ettik. "Yanlışlıklar
Komedyası"nın arasında sohbet ettiğim bir seyirci eşcinsel bir yorum olup
olmadığını sorduğunda şaşırdım, çünkü ilk yarıyı izlerken bana bu duyguyu
verecek hiçbir oyunculuk öğesi dikkatimi çekmemişti. İkinci yarıyı izlerken
özellikle buna dikkat etmeye çalıştığımda böyle bir yorum olmadığından
kesinlikle emin oldum. Erkek oyuncular kadınları oynarken karaktere sadece bir
rol olarak yaklaşıyorlardı. Onlar için sahnede bir kadın karakteri oynamak
cinler prensini oynamaktan çok da farklı bir şey değildi. Bir duruş, bir ses ve
bir tavır keşfedip öykünün akışı için gerekli eylemleri gerçekleştirmeye
konsantre oluyorlardı. En önemli nokta şuydu: Onların kadın olmadıklarını
biliyorduk ama kadın olduklarına inanıyorduk. Tıpkı Shakespeare dönemindeki
gibi. Bu genel yaklaşımın sadece kadın rolleri için değil tüm roller için
geçerli olduğunu gözlemledik. Oyuncular genelde oldukça yaratıcı ve çeşitlemeye
açık bir üslupla sahnede varoluyorlardı ama yetenekleri metnin gerekleri tarafından
sınırlandırılmıştı. Ama bu onları kısıtlamıyor, tam tersine gösterdikleri
disiplin nedeniyle sahnede parlamalarına neden oluyordu.
Biraz da oyunlar arasındaki farklardan bahsedelim. "Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası"nın
"Yanlışlıklar Komedyası"na oranla daha "klasik"
diyebileceğimiz bir üslupla sergilendiğine tanıklık ettik. Oyunun akışı
içerisinde çok karmaşık olan odaklar arası geçişler ve bir odağın zaman zaman
diğerine temas ettiği anlar büyük bir disiplin ve ustalıkla kotarıldı. Bir odağın
diğerinin önüne geçmemesi ve yazarın kurduğu dengenin bozulmaması için çok
dikkatli bir matematik işletiliyordu. Grubun kendi alternatif dramaturjisini
vurgulamak yerine tüm olanaklarıyla Shakespeare metnini sahneye taşımak gibi
bir amaçla hareket ettiği anlaşılıyordu ve bu da büyük bir ustalıkla başarıldı.
Oysa "Yanlışlıklar Komedyası"nda çok farklı bir yaklaşım söz
konusuydu. Diğer eleştirmenlerin de bahsettiği gibi bu oyunda kostüm seçimi
fazlasıyla ön plana çıkmıştı. Radikal'de
Zeynep Aksoy'un yazdığı gibi tümüyle 80'ler rüzgarı estiren bir kostüm
tasarımı söz konusuydu. Bunun önemli bir 'gestus' olarak okunması gerektiğini
düşünüyorum. Shakespeare kendi oyununu yazarken Avrupa'da yaklaşmakta olan yeni
bir sistemin ayak sesleri duyulmaktaydı. Shakespeare çokça uygulanan bir
yöntemi kullanarak hiç de hoşlanmadığı, hatta büyük bir tehdit olarak gördüğü
kendi döneminin burjuvazisini tüm değerleriyle Antik Yunan dekoru içerisine
yerleştirmiş ve bir "uzaklaştırma" efekti uygulamıştı. İlkçağ'ın
önemli ticaret merkezi Efes, oyunda Shekespeare dönemi İngiltere'sinde her
geçen daha da yükselen burjuva değerlerin hüküm sürdüğü bir metropol olarak
çıkar karşımıza. Bu kapitalist metropolde tüm değerler maddileşmiş ve paranın
hükmü altına girmiştir: Kadın erkek ilişkileri, aile, arkadaşlık ve iş
ilişkileri... Alaya alınan ve iyice karikatürleştirilen bir burjuva dünyası
vardır gözümüzün önünde. Propeller ise Shakespeare'in tersine bir
"yakınlaştırma efekti" uygulayarak noe-liberal politikaların moda olduğu
ve yeni bir kapitalizmin doğuşuna tanıklık ettiğimiz 80'lere vurgu yapmayı,
böylece şimdi içinde olduğumuz büyük krizin ne zaman başladığını hatırlatmayı
tercih etti bizlere. Bu bağlamda İlker
Yasin Keskin'in Mimesis'te yayınlanan yazısında tam bir yere oturtamadığını
belirttiği "rahibe yorumu" da bu bağlamda bir anlam kazanır.
Shakespeare'in oyununda dinin “anaç” yönünü simgeleyen rahibe figürü, aslında
temelinde bir trajedi yatan bu farsın sona ermesini aracılık eden bir karakter
olarak işlevleniyordu. Oysa Propeller Kumpanyası ve elbette ki yönetmen Hall
günümüzde dine böyle bir işlev biçemezdi, oyuna yapılmış kostüm dışındaki en
önemli müdahale rahibe figürünün neredeyse bir "genelev maması" gibi çizilmesinde
yatıyordu -ki Madonna'nın klipleri düşünülürse kutsallığı cinsellikle
harmanlama taktiğinin yine 80'lerin popüler kültüründe çokça kullanıldığı
hatırlanacaktır. Hall ile yaptığımız söyleşide yönetmen bize Shakespeare'in
modernize edilmeye ihtiyaç duymadığını, çünkü son derece modern bir içeriğe
sahip olduğunu düşündüğünü söylemişti. Bu anlamda "Yanlışlıklar
Komedyası" sadece kostüm ve çevre tasarımına müdahale edilerek bir
Shakespeare oyununun nasıl günümüzü tartışan aktüel bir oyuna dönüşebileceğinin
güzel bir örneğini sunmuş oldu bize.
Sonuç olarak, Propeller klasik eserlerin nasıl ele alınacağı,
ensamble oyunculuk geleneğinin hala önemli işler yapmaya aday olduğu, tiyatroyu
kurtarmanın insana yani oyuncuya yatırım yaparak mümkün olabileceğine dair
önemli mesajlar vererek ayrıldı İstanbul'dan. Böyle bir yaz dönümü ziyafetine
ihtiyacımız vardı sanki.