Bu oyun, Boğos Levon Zekiyan'ın BGST Yayınları'nca yayınlanan "Venedik'ten İstanbul'a Modern Ermeni Tiyatrosunun İlk Adımları" adlı kitabının tanıtım etkinlikleri kapsamında 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü'nde Maya Sahnesi'nde ve 5 Nisan'da Feriköy Ermeni Okulu'ndan Yetişenler Derneği'nde sahnelenmiştir. Feriköy Derneği'nde düzenlenen etkinliğin görüntülerine aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://heradesil.com/arsiv/tiyatromuzun-onculeri/
Oyunun bir yıl sonra İstanbul Tiyatro Festivali'nde sergilenen ikinci versiyonuna ulaşmak için
tıklayınız.
Program
Dergisinden
İstanbul’da tarihi bir bina yıkılır ve yerine bir AVM inşa
edilir. Ermenistan’da önemli bir Shakespeare oyuncusu ölür. İstanbul’da bir
gece Salacak’ta bir evin telefonu uzun uzun çalar. Beyoğlu’nda bir sahnede iki
oyuncu Hamlet adlı oyunu sahnelerken bir kaza olur. Yaşlı bir adam 60 yıllık
bir arkadaşının hayaletiyle karşılaşır. Mısır’da sürgünde yaşayan bir doktor,
politik amaçlarla bir tiyatro oyununu Türkçeye çevirir. İtalya’ya dini eğitim
almaya gönderilen bir genç tiyatrocu olmaya karar verir ve evden kovulur. İstanbul’da
gizlice oyunculuk yapmakta olan bir genç durum anlaşılınca evden kovulur.
Bütün bunların birbiriyle bir bağlantısı olabilir mi? Belki
de hayat sandığımızdan daha karmaşık bir bağlantılar ağıdır. “Muhsin ve
Vahram”da bugün ve geçmiş arasındaki dolambaçlı yollarda yürürken gelecekte
kaybolmamayı amaçlıyoruz.
BGST Tiyatro Boğaziçi
/ Berberyan Kumpanyası
Yazan: Fırat
Güllü
Reji: Kolektif
Görüntü: Sevan
Ataoğlu, Gürkan Çakar
Ses Kayıt: Ferhat
Güneş
Işık: Volkan
Mantu
Efekt: Yervant
Boyacıyan
Müzik: Anurçner/
Anahit Valesian
Kostüm: Aysan
Sönmez, Serda Aslan
Oyuncular:
Anlatıcı: Aysel
Yıldırım
Hamlet’in Sesi:
İlker Yasin Keskin
Leart’ın Sesi:
Özgür Eren
Muhsin: Fırat
Güllü
Vahram:
BoğosÇalgıcıoğlu
Handan: Ayşan
Sönmez
Açılış
(Görüntü eşliğinde okunur)
Şu
anda Beyoğlu'ndaki tarihi bir mabedin, Ağa Camii'nin önündeyiz. Camii'nin tam
karşısında ise modern bir mabed yükseliyor: bir tüketim mabedi, bir AVM. Bundan
yaklaşık 100 yıl önce ise burada bir tiyatro salonu bulunmaktaydı: Odeon
Tiyatrosu. 1911 yılında bu tarihi salonda sıra dışı bir tiyatro gösterisi
sergilenmişti. Oyunun adı Hamlet’ti ve müellifi Shakespeare namlı bir
İngiliz’di. Shakespeare bu eseri yüzlerce yıl önce kaleme almıştı. Oysa İstanbullu
seyirciler onun dizelerini sahne üzerinde Türkçe olarak ilk kez
dinlemekteydiler.
Bu gösterinin mimarlarından ilki Abdullah Cevdet adında bir doktordu.
Abdülhamit karşıtı olduğu için Hamlet adlı bu oyunu sürgün günlerinde Mısır’da
çevirmiş ve 1908 yılında orada yayınlamıştı. Odeon’da sergilenmekte olan
gösteride onun çevirisi kullanılmaktaydı. Seyirciler arasında eseri
Türkçeleştiren ilk mütercim unvanıyla oturmaktaydı.
Oyunun ikinci mimarı ise genç bir Ermeni oyuncuydu. Henüz 23 yaşında olmasına rağmen
1911 yılı Ramazan ayı boyunca İstanbul’da sergilenen bir dizi tiyatro oyununda
önemli roller üstlenmiş ve İstanbul seyircisinin büyük taktirini kazanmıştı.
Adı Vahram Papazyan’dı. İstanbul’da doğmuş ve eğitim almak için Venedik’teki
Murat Rafealyan okuluna gitmişti. Ardından tiyatrocu olmaya karar vermiş ve
İtalya’da kendini eğitmenin yollarını bulmuştu. İstanbul’da ilk kez bir Hamlet
prodüksiyonu gerçekleştirme fikri ondan çıkmıştı.
Bu ilginç gösteride Leart rolünü üstlenen 19 yaşındaki genç oyuncu ise
gelecekte Türkiye Tiyatrosu adına önemli işler yapacak ve ülkenin en önemli
tiyatro adamına dönüşecekti: Ertuğrul Muhsin. Bu genç adam Vahram’ın yakın
dostuydu ve bir süre için ev arkadaşı olmuştu.
İki genç, oyunun 5. perde, 2. Sahnesinde karşı karşıya geliyorlardı. Söz konusu
sahne oyunun düğüm noktalarından birisiydi.
(Işık. Leart ve Hamlet bir ellerinde meçleri tutmakta, diğer
elleriyle el sıkışır haldedirler...)
Hamlet:
Beni affediniz, size hakaret ettim, fakat bir centilmene yakışır bir surette affediniz.
Bu cemiyet-i hümayunun benim ne derece ihtilal-i şuura müptela olmuş olduğumu
size bildirmemiş olması mümkün değildir. Efalimde sizin tabınızı,
haysiyetinizi, vesvesenizi anf ile ikaz eden şu mahz-ı cinnet idi. Leart’ı
tahkir eden Hamlet miydi? Muhakkir asla Hamlet olmadı: Eğer Hamlet kendi
kendisinden cüda edilir ve kendi kendisi olmadığı halde Leart’ı tahkir ederse
bunu yapan Hamlet olmaz. Hamlet mütecasirin kendisi olduğunu inkar ediyor. O
halde bunu kim yapıyor? Kendisinin cünumu. Bu taktirde Hamlet tahkir olunan
cihette bulunuyor değildir. Cünumu zavallı Hamlet’in hasmıdır. (...) Fazilatkar
kalınız. Hanemin damı üzerinde attığım ok kazara biraderime isabet etmiş gibi.
Beni affetmek tevazuunda bulunsun.
Leart: Bu
hal-i hususide, beni intikama sevk etmesi lazım gelen kılıcım, tamamıyla
tarziye olunduğunu beyan ediyor. Fakat namus ve şeref beni zaptediyor. Muhterem
ihtiyarlar ve namus hakemlerinden müteşekkil bir heyet, hakim-i sulh tayin ederek namımın lekesizliğini ityan
ve temin ettirinceye kadar barışmayı istemem. O zamana kadar dostluk
takdimenizi samimi kabul eder dostluğunuza riayette kusur etmem.
Hamlet: Bu
temini kemal-i memnuniyetle kabul ediyorum. Bir biraderin bahsini bir neticeye
kadar isal etmeye serbestane yardım edeceğim. (...) Leart sizin şöhretinize zehr değil, Zühre-i itila olacağım. Zira
karanlık bir gecede bir yıldız gibi, sizin maharetiniz benim cehlimin yanında
parlayacak.
Leart:
Prens, benimle istihza ediyorsunuz.
(...)
Hamlet:
Haydi Efendi.
Leart:
Haydi Prens. (Yekdiğere hücum ederler)
Hamlet:
Bir.
Leart:
Peki tekrar başlayalım.
Hamlet:
(...) Haydi. (Vuruşurlar) Al bir diğer darbe daha, buna ne diyorsunuz?
Leart:
Dokundu, dokundu, itiraf ediyorum. (...) Prensim şimdi darbemi vuracağım.
(...)
Hamlet:
Haydi üçüncü, Learte siz yalnızca alay ediyorsunuz, olanca kuvvetinizle bana
savlet ediniz; korkarım ki beni bir çocuk yerine koyuyorsunuz.
Leart:
Öyle mi diyorsunuz, pekâlâ, haydi. (Mübareze-i seyfiyeye girerler)
(...) Al sana bu defa!
(Learte Hamlet’i yaralar, kavganın telaş ve heyecanıyla meçlerini
yere düşürürler, alırken yekdiğerinin kılıcını alırlar. Muhacemede Hamlet
Leart’ı yaralar.)
Hamlet:
Muhsin... Muhsin... Muhsin...
(Sahne kararırken bir telefon sesi duyulur. Karanlıkta bir kaç kez
uzun uzun çalar. Ardından karanlık içerisinde bir ses duyulur.)
Ses:
Muhsin... Muhsin... Muhsin...
(Lokal ışık yanar. Bir masada oturmakta olan Muhsin’i aydınlatır.)
Muhsin:
Vahram?
(Masanın öbür ucu da aydınlanır ve ışık ayakta durmakta olan
Vahram’ı aydınlatır.)
Vahram:
Selam Muhsin. Nasılsın? Mahsuru yoksa bu gece sende kalabilir
miyim? Orası çok soğuk.
Muhsin:
60 yıl önceki gibi...
Vahram:
Evet, ama o zaman sen bana gelmiştin.
Muhsin:
Dışarısı çok soğuktu. Beni evine almıştın.
Vahram:
Tiyatrocu olduğu için evden kovulan ilk adam değildin, sonuncusu
da olmadın.
(İki adam kucaklaşırlar. Sonra masaya geçip karşılıklı otururlar)
Vahram:
(Cebinden bir konyak şişesi çıkarır) Sana Ararat getirdim. (Muhsin
için bir bardağa koyar, kendisi şişeden içer) Soğuk bir gecede insanın içini
ısıtacak en iyi şey budur ama orada maalesef bulunmuyor. (Tekrar içerler, sessizlik.) Son zamanlarda
1911 yılı Ramazan ayı aklıma geliyor sık sık. Ne günlerdi be Muhsin? Reşat
Rıdvan’ın kurduğu kumpanya... Odeon Tiyatrosu... Napolyon’un Hayatı...
Dreyfus... Othello ... ve bizim Hamlet... Dünyada o kadar yer gezdim, her dilde
yüzlerce oyunda oynadım ama İstanbul’da oynadığım yıllardaki zevk ve heyecanı
hiçbir yerde bulamadım. Ah ahh, o günleri hatırladıkça sen de heyecanlanmıyor
musun, doğruyu söyle Muhsin.
Muhsin: Heyecanlanmaz olur muyum... Gençtik o zamanlar...
Naiftik... Romantiktik... Hiçbir şeyi düşünmeden yaşardık, arkamıza
bakmazdık.
Vahram: Sana Hamlet projesini ilk açtığımda ne demiştin
hatırlıyor musun?
Muhsin:
“Hamlet mi? Güzel isimmiş.” (Gülerler.) Ama sonra Hamlet hiç peşimi bırakmadı,
daha doğrusu ben sürekli onun peşinden koşup durdum. Bu aralar modern bir
uyarlama fikri dönüp dolaşıyor kafamda.
Vahram:
Gel birlikte yeni bir Hamlet çıkaralım. Sen ve ben, yeniden aynı sahnede.
İstemez misin?
(Sessizlik)
Muhsin:
Soğuk mu gerçekten?
Vahram:
Evet, çok soğuk. İliğine, kemiğine işliyor insanın. Kral Hamlet’in
hayaletinin anlattıklarıysa çoğunlukla palavra. (Gülerler ve içerler) Eee,
yanıt vermedin teklifime.
Muhsin:
Ben hangi rolü oynayacağım?
Vahram:
Sen ne düşündün? Yoksa... (Güler)
Muhsin:
Neden? O rolü defalarca oynadım ve her seferinde övgü aldım yalnızca.
Vahram:
Biliyorum, izledim seni.
Muhsin:
İzledin mi? Ne zaman?
Vahram: Sahne
hayatımın 25. yılını kutluyordum. Sovyet Ermenistanı’nda, Gürcistan ve
Azerbaycan’da çeşitli etkinlikler tertiplenmişti, ben de birinden diğerine
koşuyordum. O kadar sıkılmıştım ki fırsatını bulur bulmaz çalıştığım tiyatronun
müdürüne bile haber vermeden bir iki günlüğüne kaçıp gizlice İstanbul’a geldim.
Doğduğum ve tiyatro sahnesine ilk adımımı attığım bu şehri özlemiştim. Annemle
babamın mezarlarını ziyaret ettim. İstanbul sokaklarında dolandım. Eskiden
oyunlar oynadığımız semtlere gittim. Ve bir ilan panosunun önünde durduğumda
bir süprizle karşılaştım: Hamlet, yazan William Shakespeare, yöneten Muhsin
Ertuğrul. Oynayanlar: Hamlet, Muhsin Ertuğrul.
Tahmin edeceğin gibi hemen salona girdim ve senin Hamlet’ini izledim. Birlikte
aynı sahneyi paylaştığımız o yıllar geldi aklıma. (Durur. Sessizlik. Aniden) Othello rezaletini hatırladım mesela...
(güler)
Muhsin: Her şeyin sonu olmuştu... Onca emek...
Vahram: Belki de yeni bir başlangıç demek lazım... Bakış
açısına göre değişir.
Muhsin: Sonuçta çoğu konuda sen haklıydın... Kafaca çoktan
emekli olmuş o eski saray oyuncuları, kendine “alaylı” diyen ve “okullu”
olduğun için seni küçümseyen yaşlı başlı adamlar... Bunlarla yeni bir sanatsal
atılıma girişmek mümkün değildi. Ama bugün aynı şeyi yapsan ve rezalet bile
olsa bir oyunu kesip diğer oyuncularla seyirci önünde tartışsan ben onları
değil, seni kovardım kumpanyamdan.
Vahram: Merak etme Muhsin, biz Ermeniler biraz fazla
gururluyuz galiba. İstenmediğimizi fark ettiğimiz anda kovulmayı beklemeden,
fırsat bulabilirsek tabii, çeker gideriz. Gittik zaten. Gitmeyenler de bir
şekilde gönderildiler. Size koskoca bir tiyatro hediye ettik ve kenara
çekildik. Ağzımızı bile açmadan... Açabilir miydik? O da ayrı bir konu ya,
neyse...
(Uzun bir sessizlik)
Vahram: Bizim Hamlet, oyun olarak estetik açıdan çok iyi
değildi belki... Doğruya doğru. Henüz genç ve tecrübesizdik. Gerçi seyirci
inanılmaz coşkuyla karşılaşmıştı. Gazeteler hak etmediğimiz kadar övmüştü bizi.
Ne günlerdi ama... Hatırlıyor musun, senin yanağına kılıcımın sivri demiri
batmıştı ve her tarafın kan içinde kalmıştı. Sen hiçbir şeyin farkında
değildin. Kırmızıya çalan parlak bir kostümle çıkmıştın selama ve inanılmaz
coşkulu bir alkış almıştık. Shakespeare bile bu kadar kanlı bir final hayal
etmemiştir herhalde. (Güler)
Muhsin:
Neden haber vermedin?
Vahram:
Yanağının kanadığını mı?
Muhsin:
Hayır, İstanbul’a geldiğini.
Vahram:
Veremezdim.
Muhsin:
Seni ikna edeceğimden mi korktun? Böyle olmasına gerek yoktu, dönebilirdin.
Benim çalıştığım her tiyatronun kapısı senin için sonuna kadar açık olacaktı.
Birlikte Hamletler yapacaktık yine. Bıraktığımız yerden devam edecektik.
Vahram:
Buradan ayrıldığım geceyi hatırlıyor musun...
Muhsin:
Evet, seni uğurlamaya gelen tek kişi bendim.
Vahram:
Gideceğimi herkes biliyordu ama zamanını yalnızca sen biliyordun.
Aniden ve gizlice...
Muhsin: O
zaman gitmene çok üzülmüştüm çünkü en iyi dostumu ve sahne arkadaşımı
kaybetmiştim. Ama sonra gidişinin senin açından ne denli hayırlı olduğunu
anladım elbette. Sonuçta dünyanın en iyi Shakespeare oyuncusu oldun. Krel Lear,
Hamlet, Othello... Othello’yu 2000 kere nasıl oynadın be adam?
Vahram: (Güler) Bilmem... Shakespeare
benim evimdir. Ne kadar gezip dolaşsam da sonunda ona dönerim ben. Onun
dizelerine sığınır, yarattığı karakterleri sahnede canlandırarak ruhumu dinlendiririm.
Sanki bir tür ibadet gibi. Burada bütün bunları yapabilir miydim sence Muhsin? Aslında
buradan giderken de bir gün döneceğimi umuyordum... Ama ben gittikten sonra
öyle şeyler oldu ki... Yine de dönmeyi denedim, sen de biliyorsun. Eyüp Camii’nin
avlusunda yaşadıklarımızı hatırlıyor musun?
Muhsin:
Boğaziçi’nin Esrarı’nın çekimlerinden mi bahsediyorsun? Oradaki yobaz güruhun
hedefi sen değildin ki, hepimize saldırdılar. Kamera ve ışıkları bile zorlukla
kurtardık, hatırlasana. Hepsi üzerimize zimmetliydi…
Vahram: Ama benim Ermeni olduğumu anlayınca sizi bırakıp
benim peşime düşmüşlerdi. Bayağı bir hırpalanmıştım, üstüm başım parçalanmıştı.
Sonunda yerden kalkarken kanlı avuçlarıma bakıp şöyle sormuştum kendime: “Ben
bunu hak etmek için ne yaptım?” Biliyordum Muhsin, yaşanan tarihi ben
değiştiremezdim ama yeni bir kurban olmaya da niyetim yoktu.
Muhsin: Şaşkına dönmüştük, her şey o kadar hızlı oldu ki...
Seni korumalıydık, izin vermemeliydik...
Vahram: (Sözünü keser) Şşşştt! Evet, hala teklifime yanıt
bekliyorum... Yeni bir Hamlet diyorum, bugüne kadar yapılmışların en iyisi...
(Sessizlik)
Muhsin: O günlerde en büyük zevkimiz neydi biliyor musun? Seni
izlemek. Oyunlardan sonra hepimiz hızlıca hazırlanıp tiyatrodan ayrılırdık. Ama
sen kalırdın. Hepimiz senin bireysel provalar yaptığını çok iyi biliyorduk.
Bazılarımız sık sık sana bir oyun oynardık. Tiyatrodan ayrılır gibi yapar, kulise saklanarak seni izlerdik. Jestlerini,
mimiklerini, vücudunun duruşunu... Sonra ayna karşısında seni taklit ederdik. Türkçe’n
hepimizinkinden zarifti. İstanbul sahnelerinde Shakespeare’in dizeleri Türkçe
olarak ilk senin ağzından söylendi. Nasıl ezberliyordun o uzun metinleri... İlk
provadan itibaren tüm oyunu hafızadan okurdun.
Vahram: Abartma canım, bazen takıldığım da oluyordu...
Muhsin: Ben hiç hatırlamıyorum, tevazu göstermene gerek yok.
Vahram: Ya Muhsin bazen çok şaşırıyorum şu söylediklerine... Konuştuklarını
duyan birisi seni mesleğe yeni atılmış acemi bir tiyatrosever zanneder. Bu
adamın Türk Tiyatrosu’nun kurucusu koca Muhsin Ertuğrul olduğuna kim inanır
yahu...
Muhsin: Ben o günlerden bahsediyorum canım... O zamanlar bize
şaşırtıcı geliyordu yani... Biliyorsun o zamanlar tuluat revaçtaydı, rol
ezberlemenin yeteneksiz oyuncuların işi olduğu düşünülürdü.
Vahram: Bu hesapla ben yeteneksizin tekiyim yani öyle mi?
(Gülerler)
Muhsin: Sen benim tanıdığım ilk gerçek yıldızdın Vahram. Sen
gittin ve meydan farelere kaldı.
Vahram: Fareli köyün kavalcısı... Hatırlıyor musun günler
geceler süren tartışmalarımızda sana hep ne derdim? Oyuncu kendisini sanatına
adamalı ve hayatı boyunca bir çırak gibi öğrenmeye hazırlıklı olmalı. Evet,
1911 yılının İstanbul’unda belki ben bir yıldızdım ama biliyordum ki Avrupa’da
sadece bir çırak... Kalsaydım yıldız olmaya devam edecektim belki ama susuz
kalmış bir ağaca dönecektim, içten içe kuruyup çürüyecektim. Aslında sen de hep
benim yaptığımı yaptın. Ne zaman susuz kaldığını hissetsen besleneceğin
topraklara doğru uçup gittin. Ele avuca sığmaz bir güvercin gibi...
Muhsin: Ama ben hep döndüm... Bir yuvam olduğunu biliyordum.
Vahram: Ben
de döndüm. Sonuçta yuva dediğimiz yer doğduğumuz değil bizi kucaklayıp
sarmalayan yerdir. Pişmanlık duymamıza gerek yok Muhsin. İkimiz de olması
gerektiği gibi yaşadık ve olması gerektiği gibi öldük, öleceğiz. Sen benim
kardeşimdin ve hep öyle kalacaksın.
(İki adam tekrar kucaklaşırlar)
Muhsin: Teklifini kabul edemem çünkü bu dünyada tamamlamayı
düşündüğüm bir başka Hamlet yorumu var kafamda.
Vahram: Biliyorum ama sen oynayamayacaksın, belki oğlun
oynar.
Muhsin:
Haklısın, her zaman olduğu gibi bir baba olarak oğullarımı
düşünmek zorundayım öncelikle. Hayatım boyunca en keyif aldığım şey, seyirci
karşısında olmak, oynamaktı ama oynayabileceğim bir tiyatro ortamı yoktu ve ben
onu inşa etmekle geçirdim tüm yaşamımı. Keşke böyle olmasaydı, keşke senin gibi
ben de oynamaktan alınan zevkten mahrum etmeseydim kendimi. Tiyatronun ıvır
zıvır işlerini başkaları yapsaydı.
Vahram: Kendine haksızlık etme Muhsin. Senin yaptıkların da
yabana atılır şeyler değildi. Evet biz Ermeniler bu ülkede tiyatronun yeşermesi
için çok şeyler yaptık, yarım yamalak da olsa bir başlangıç yarattık. Ama yeni
yeni filizlenen, boy atan tiyatromuz savaş efendilerinin çizmeleri altında
ezildi, yok oldu. Sen ve arkadaşların savaş sonrasının yıkıntıları arasından sahneleriyle,
yazarlarıyla, oyuncularıyla, seyircileriyle bu ülkede tiyatroyu yeniden
yarattınız. Bense dünya denen sahnede dolanıp duran bir oyuncuydum sadece.
Uzaktan uzağa sana gıpta ettim, bazen kıskandım ama her zaman saygı duydum.
Muhsin: Bunları bana ilk kez sözlüyorsun... Gerçekten onur
duydum. Çok teşekkür ederim.
Vahram:
Neredeyse kırk yıldır görüşmedik ve sanıyorum ki bu son görüşmemiz
olacak sevgili kardeşim. (Sesszilik) Daha önce hiç bahsetmiş miydim sana?
Venedik’teki okul günlerinden itibaren Hamlet’te oynamadığım rol kalmamıştır
neredeyse. Hatta gençlik günlerimde Ophelia’yı bile oynamıştım. (Güler) Sadece
tek bir rol, tek bir rolü hiç oynamadım.
(Ayağa kalkar) Şimdi onu oynamanın zamanı geldi: “Geç kalmayalım, haydi Allahaısmarladık!
Gece böceği solmaya başlayan hararetsiz ateşiyle bana, sabahın yaklaştığını
gösteriyor.”
Muhsin: Hayalet, birinci fasıl, beşinci sahne.
Vahram: Allahaısmarladık! Allahaısmarladık! (Üzerindeki ışık
söner)
Muhsin: (Kendi kendine) Güle güle, yolun açık olsun.
(Sahne aydınlanır ve Handan girer)
Handan: Muhsin? N’oldu? Gecenin bu saatinde... Üşümüşsün.
Muhsin: Az önce Ermenistan’dan İstanbullu bir arkadaş aradı.
Vahram ölmüş.
Handan: Vahram?
Muhsin: Vahram Papazyan.
Handan: Vahram Papazyan, Ermenistanlı ünlü Sahkespeare
oyuncusu...
Muhsin: Ansiklopediler öyle yazacak ama o aslında
İstanbullu’ydu.
Handan: Üzüldüm. Bu kadar yakın olduğunuzdan haberim yoktu.
Muhsin: Yakındık. Şimdi daha iyi anlıyorum ki çok yakındık.
Handan: Görüşür müydünüz?
Muhsin: Hayır. Belki kırk senedir hiç görmedim onu. Ama sanki
bu gece...
(Sessizlik)
Handan: Ben sana sıcak bir ıhlamur demleyeyim, hasta
olacaksın.
Muhsin: (Masadaki şişeyi gösterir) Ararat içtim şimdi. Onun
üstüne hiçbir şey gitmez. (Sessizlik) Vahram Papazyan. Bir papazın oğlu değildi
ama papaz olsun istemişti dini bütün bir Hristiyan olan babası. Oğlunu
Venedik’e gönderdi feyz alsın diye San Lazzaro’daki rahiplerden. Vahram ise
başka bir din seçmişti kendisine ve büyük bir imanla sarılmıştı tiyatro
perisine. Doğduğumuzda her ikimiz de farklı dinlere mensuptuk ama sonra
tapınağımız tiyatro, incilimiz Hamlet oldu. Allah rahmet eylesin.
Handan:Toprağı bol olsun.
Muhsin: Yo yo, çekinmeden “Allah rahmet eylesin” diyebilirsin.
Gençliğimizde yaptığımız uzun gece sohbetlerinden birisinde Vahram bana, “siz
Müslümanlar ölen bir Hristiyan’ın arkasından neden hiç Allah rahmet eylesin
demezsiniz” diye sormuştu. Ben de “özel bir nedeni yok, ben genellikle herkes
için toprağı bol olsun” derim demiştim, “inançlarımızla ilgili basit bir tercih
işte...” O zaman bana, “madem ki yukarıdaki Allah aynı Allah, bir Müslümana
sunduğu rahmeti bir gayrimüslimden esirgemez” demişti. Allah rahmet eylesin.
Handan: Allah rahmet eylesin.
Muhsin: Ermenistan devleti ona resmi bir tören
düzenleyecektir. Her Ermeni mezarlığında bulunan sanatçılar bölümüne
defnedilecek. Adına tiyatrolar kurulacak ve onuruna oyunlar oynanacak.
Kitaplara konu olacak yaşamı. Ama burada, doğduğu yerde, hiç kimse hatırlamayacak
adını. Belki yarın bir gazetede küçük bir haber olur ölümü, belki de kaybolur
gider, anılarda kalır tüm ömrü. O yüzden
sevgili karıcığım, burada ve şu anda biz onun adına küçük bir tören yapalım ve
birer bardak Ararat içerek onu analım. (Doldurur. Ayağa kalkarlar.) Şerefe!
Handan: Şerefe!
(Müzik, ışık, perde.)