Gestus konusundaki yazı dizisine devam etmek için bazı kitapları karıştırdığım bir dönemde sevgili Boğos Çalgıcıoğlu beni aradı ve bir süredir peşinde koştuğu bir düşünü gerçeğe dönüştürdüğünü haber verdi: Hagop Vartovyan’ın bir süredir nerede olduğu unutulmuş olan mezarını sonunda bulmuştu. Bunun üzerine yazmamak olmazdı, o yüzden teorik tartışmalara kısa bir ara vermek kaçınılmaz oldu.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Tarih Bölümü’nde okurken kendi aramızda yaptığımız bir espri vardı: Tarih evrensel anlamda tekerrürden, Türkiye’de ise “o” dönüşünden ibarettir. Türkiye gibi ülkelerde tarihin izleri korunmaktan çok silindiği için farklı dönemlerde farklı jenerasyonlar, birikimsel bir ilerleme kaydetmek yerine sürekli aynı noktaya dönmek ve yeniden başlamak zorundadırlar. Tabii bu durumun iktidarın sürdürülebilirliği ile de yakından bir bağlantısı vardır. George Orwell’in kült romanı 1984’te gazetelerin eski arşivlerinin düzenli olarak günün gerçekleriyle uyumlu biçimde dönüştürüldüğü bir sahne betimlenir. Böylece tarih her gün adeta yeniden yazılmaktadır. Tarihin sona ermiş olayların betimlenmesinden ziyade onlara dair yorumların değişmesiyle sürekli yeniden yazıldığını gösteren güçlü bir imgedir bu. Aynı zamanda iktidarın, Foucault’nun yaklaşımıyla ifade etmek gerekirse, gerçeğin ne olduğuna da karar verebilme gücüne sahip olduğunun çok somut bir göstergesi: Öyle ki iktidarın kararları değişirse doğrunun ne olduğu da değişir.
Türkiye’nin henüz bir yüzyılı tamamlamamış olan tarihi içerisinde bu ve benzeri örnekleri bulmak hiç zor olmasa gerek. Yeni Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında, kurulacak yeni toplumun çimentosu olarak dil ve tarihin işaret ediliyor olması bu perspektiften bakıldığında oldukça anlamlı görünür. Tarihin okunuşu ve yazılışına, yaşanan günün (daha doğrusu dönemin iktidarının) ihtiyaçları doğrultusunda yön verme arzusu tüm ulus-devlet kurucularının değişmez stratejilerinden birisi olmuştur şüphesiz. Yüzünü tümüyle Batı’ya dönmüş olan Cumhuriyet’in ilk kadroları da bunu evrensel bir kaide olarak görmekteydiler. Peki, sonuç ne oldu: İktidar ilişkilerinin değiştiği her evrede bu tarihi yeniden yazma saplantısı farklı bir biçimde yeniden ve yeniden işletildi. Her seferinde yeni resmi tarih tezleri ortaya atıldı. Dolayısıyla bir yün yumağı gibi birbirine dolanmış farklı kurgu katmanları içerisinde hep birlikte kaybolup gittik, tarihsizleştik.
İşte Hagop Vartovyan’ın (nam-ı diğer Güllü Agop’un) mezarının bilmem ki kaçıncı kez bulunuşunu bu perspektif ışığında yorumlamak gerekir. Ermeni toplumunun içinden yetişen bir tiyatro adamı olarak Hagop Vartovyan’ın tarihimizdeki önemi Osmanlı Devleti’nde ilk kez düzenli biçimde işleyen ve Türkçe repertuvara sahip bir tiyatro kumpanyası kurmasından gelir. Bu topraklarda Ermeni aydınlanmasının bir sonucu olarak yeşeren modern Batılı tiyatro anlayışını yaklaşık on yıl boyunca, hükümetin de yoğun desteğiyle yürüten Vartovyan, daha sonra Abdülhamit döneminin baskılarına boyun eğmiş ve saraya girmek için Müslümanlığa ihtida ederek Yakup adını almıştır. Ermeni toplumunun geniş kesimleri bunu bir ihanet olarak yorumlamış ve kendi bağırlarından yetişen bu adamın yeteneklerini ağırlıklı olarak Müslümanlar yararına kullanmasına çok sıcak bakmamışlardır. Diğer yandan Tanzimat sonrasında yaşanan tüm reformist girişimlere rağmen imparatorluk bünyesinde Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki eşitliği sağlayamayan Osmanlılar, 1878 yılından sonra yaşanan politik gelişmeler de düşünüldüğünde Ermeni tebaaya karşı oldukça mesafeli bir tavır takınmayı tercih etmişlerdir. Böylesi zor bir dönemde Vartovyan, her ne kadar sarayda görev alsa ve hata Müslümanlığı seçmiş olsa da Ermeni olmasından kaynaklanan “lanetliliğinden” kurtulamamıştır. Bu nedenle tüm hizmetlerine rağmen aslında her iki topluma da yaranamamıştır.
Vartovyan öldüğünde Müslümanlığı kabul etmiş durumda olduğu için Beşiktaş’taki Yahya Efendi mezarlığına defnedilmiştir. Bu çeşitli kaynaklarda yer alan bir olgudur. Birçok saray çalışanının, yüksek rütbeli askerin ve hatta hanedan üyesinin, imparatorluğun yeni merkezi olan Yıldız Sarayı’nın bahçesine komşu olan bu mezarlığa gömüldüğü düşünülürse, bu durum bir saray adamı olarak Vartovyan için büyük bir onurdu muhtemelen. Ama bir iddiaya göre dönme olduğu için mezarının üzerinde taş bulunmamaktaydı. Hatta o öldüğünde çok küçük yaşta olan oğlu Necip Aşkın da bu bilgiyi doğrulamış ve babasının mezarı başında çitlembik ağaçları bulunduğu yolunda muğlak bir bilgi vermiştir. Hagop’u Agop olarak bile değil, Yakup olarak görmeyi tercih eden ünlü tiyatro adamı Vasfi Rıza Zobu, bu mezarı bulmayı bir görev olarak benimsemiş ve yıllarca üzerinde çalışmıştır. Hatta kendisi ve ailesi de aynı mezarlığa defnedilmişlerdir. Ancak onun Vartovyan’ın mezarını bulup bulmadığı yakın zamana kadar hiç kimsenin gündeminde olmamıştı. Ta ki Boğos Çalgıcıoğlu bu konuyu gündemine alıp tüm enerjisiyle bu işe asılana kadar.
Boğos Çalgıcıoğlu benim için, birlikte çalışmaktan her zaman zevk aldığım, kendisinden pek çok şey öğrendiğim ve hala öğrenmeye devam ettiğim çok önemli bir insandır. Kendisi geçtiğimiz yıllarda Şarasan’ın önemli kitabı Türkiye Ermenileri Sahnesi ve Çalışanları’nı Ermeniceden Türkçeye çevirdiği günlerden itibaren yaptığımız her sohbette bana “Güllü”nün mezarını bulmayı kafasına taktığını söylemişti. Kendisiyle önemli Ermeni tiyatro adamlarının mezarlarına yaptığımız ziyaretlerde Ermeni mezarlıklarının, tüm imkânsızlıklara rağmen ne kadar iyi durumda olduğunu gözlemleme fırsatım olmuştu. Ama biliyordum ki Müslüman mezarlıkları aynı durumda değildir. Her şeyden önce mezar taşlarının eski alfabe ile yazılmış olması pek çok mezarın kaybolması için zemin hazırlamıştır. Sayıları bir elin parmaklarını aşmayan araştırmacılar bu önemli mekânları tarayıp mümkün olduğunca kayda geçirmeye çalışsalar da bu konudaki çalışmaların çok gelişkin olmadığı herkesin malumu. Dolayısıyla ben kendisiyle paylaşmasam da onun bu büyük arzusunu gerçekleştirebileceğinden çok emin değildim. Ama Boğos Çalgıcıoğlu gerçekten kararlı çıktı ve sonunda Ortaköy’de bulunan Yahya Efendi mezarlığında 1990’lı yıllarda büyük ihtimalle Zobu tarafından diktirilen Latin harfli Türkçe mezar taşını bulmayı başardı. Mezar taşının üzerinde şöyle yazıyordu: “Burada bugünkü Türk Tiyatrosu’nun kurucusu Güllü Yakup Efendi Yatıyor. Fatiha. 1840-1902” Taşın bulunuşunun çok daha ayrıntılı bir hikâyesini merak edenler bu haftaki Agos’ta Bercuhi Berberyan’ın kardeşi Boğos Çalgıcıoğlu ile yaptığı geniş söyleşiyi okuyabilirler. Bense farklı bir konuya değinmek istiyorum.
Vartovyan’ın mezarı daha önce kendi oğlu, ardından Zobu ve belki Metin And gibi Türk tiyatrocular tarafından defalarca tespit edildi ve yeniden kaybolup gitti. Onların dışında farklı konularda çalışmalar yapan mezar taşı araştırmacıları da bu mezarı tespit ettiler –ki bunlardan birisi, Necdet İşli, Boğos Çalgıcıoğlu’na mezar taşını bulması için yardım etti. Ama ilk defa Ermeni bir tiyatro adamı bu konuda bu kadar ısrarlı ve sonuca giden bir girişimde bulundu. Hagop Vartovyan’ın ya da Güllü Agop’un mezarı şimdi yeniden keşfedildi ama yazının girişindeki tartışmayı hatırlarsak bir iki jenerasyon sonra tekrar kaybolup gitmeyeceğini kimse söyleyemez. Bu taşın kaybolup gitmesini engellemenin yıllar önce ölüp gitmiş bir adam için hiçbir önemi yoktur şüphesiz. Ama yaşayan toplum açısından önemli bir eksikliktir. İşin bir boyutu bu.
Diğer bir boyutuysa tarihin tekerrürden ibaret olabileceği ama her seferinde farklı tekrar edeceği yolundaki saptamayla ilgili. Necip Aşkın için bu mezar kişisel bir anlam ifade ediyordu, kaybolup giden adeta onun kişisel tarihiydi. Zobu için ise çok farklı motivasyonlar söz konusuydu –ki eğer yakın zamanda yaptırıldığı anlaşılan taş onun tarafından dikildiyse bu da bizi doğrulayacaktır. O sadece bir mezarı keşfetmekle kalmıyor, yaşamış gerçek bir adamın hatırasında kendi romantik milliyetçi düşlerini gerçeğe dönüştürüyordu: Türklüğe hizmet aşkıyla yanıp tutuşan, bunun için kendi cemaatini bile karşısına alıp “Türk” olan bir Ermeni’nin hikâyesi. Mezar taşında Ermeniliğine dair tek bir ize rastlanmayan ve ruhuna Fatiha okunan tam anlamıyla asimile olmuş bir tarihsel figür. Şimdi ise Boğos Çalgıcıoğlu bambaşka bir itkiyle gittiği Yahya Efendi mezarlığında Türkiye’de yaşayan, İstanbul’un gerçek sahiplerinden birisi olup bu şehrin tarihine eylemleriyle yön veren ve tiyatroyu her şeyden çok seven bir Ermeni sanatçı olarak kendisinden 150 yıl önce bu şehirde yaşamış ve tiyatroyu her şeyden çok sevmiş bu adamın ruhuna dokunma fırsatını elde ediyor. Mezar taşında adı “Yakup” yazsa da onun gerçek adlarından birisinin de Hagop olduğunu unutmadan mezar taşının üzerindeki toprağı silkeliyor. Bağlı bulunduğu padişahın lütfuyla İstanbul’un en mutena mezarlıklarından birisinde yatan ama anladığımız kadarıyla öldüğünde yapayalnız kalmış olan, kendisinden çok hakkındaki dedikodular bilinen bu tuhaf adama yüzyıl kadar öteden uzatılan bu dost eli, epeydir beklediği gecikmiş huzuru geri verir mi bilinmez. Kesin olan tek şey, bu sefer bir “o” dönüşü değil de bir “u” dönüşü söz konusu sanırız.