Geçtiğimiz günlerde Cirque du Soleil’in Saltimbanco adlı gösterisini izleme fırsatını buldum ve şu soruyu sormadan edemedim: Neden İstanbullu herhangi bir grup bu türden bir gösteri hazırlayamaz? Bunu “adamlar aya biz yaya” türünden bir kompleksle sormuyordum. Gerçekten de Saltimbanco türünden bir gösterinin Türkiye’de deneysel gösteri sanatlarının merkezi olan İstanbul’da bile üretilemeyecek olmasının toplumsal bazı gerekçeleri var mıydı? Ya da eksikliği hissedilen bir zihniyet devrimi miydi? Veya sadece kültürel farklılıklardan kaynaklanan doğal bir durum muydu bu?
Bu sorulara yanıt verebilmek için öncelikle gösteriye dair bazı çözümlemeler yapmak gerekli. Saltimbanco dayanışma, kültürel çeşitliliğin kutsanması ve doğal ya da toplumsal yasalara bir meydan okuma gibi temalar etrafında kolektif biçimde kurgulanmış bir düştü. Strindberg’den beri düş dramaturjisinin gösteri sanatlarının gelişiminde oynadığı rolü biliyoruz. Ama Soleil’in gösterisinde önplana çıkan kişisel ya da öznel bir düş değil, tüm kumpanyanın birlikte inşa ettiği, hatta izleyicileri de içinde varolmaya davet ettiği kolektif bir düştü. Kolektif düş görme ideali çok farklı sanat disiplinleri içerisinde geçmişte de işlenmiş bir konudur aslında. İlk akla gelen örnek belki de Le Guin’in Uçuştan Uçuşa adlı kitabında yer alan Frin’in Toplu Rüyaları adlı öyküsüdür. Hayali Frin şehrinin insanları geceleri birbirlerinin rüyalarını duyumsarlar ve bir apartman dairesinde komşuların seslerinin birbirine karışması gibi içiçe geçen bu rüyalar aracılığıyla herbiri diğerlerinin bilinçdışında yatan bastırılmış gerçeklikleri algılama fırsatı bulur. Kocalarının ezdiği kadınların isyan duygusunu, yetişkinlerin her türlü tacizine karşı koyamamanın çocuklara verdiği acının yakıcılığını duyumsayan insanlar ertesi gün belki de farkında olmadan yeni bir sabaha uyanacaklardır. Elbette bu bir ütopyadır ama Le Guin’e göre ütopyalar gerçekleştirilmeleri imkansız da olsa yazılmak için vardırlar. Kübalı yönetmen Juan Carlos Tabio’nun Artura Arango’nun bir eserinden sinemaya uyarladığı Otobüs Durağı da böyle bir kolektif düş esprisi üzerine kuruludur. Bir otobüs durağında onları gidecekleri yere götürecek otobüsün tamir edilmesini bekleyen insanlar bir an için ortak bir düş görürler. Bu düş gerçekte küçük bir insan topluluğunun özelinde sevapları ve günahlarıyla tüm bir ülkeyi sembolik bir düzleme taşır. Düş sona erip yolcular uyandıklarında içlerinden bazıları dönüşüm geçirmiştir ve ilk iş olarak tamir edilmediği için akıp duran bir musluğu onararak işe başlarlar. Düşlerin dönüştürücü gücüne duyulan bu inanç, kendi zihniyet dünyasında Sürrealist devrimi bir türlü gerçekleştirememiş ve Aydınlanmacı rasyonalizmin üçüncü sınıf bir türevinin egemenliğinde kalmış bizimki benzeri toplumlara uzak bir ruh halidir. İşte size İstanbullu bir “Güneş Sirki”mizin olmaması için bir neden.
Cirque du Soleil’in harika icracıları da; yönetmen, tasarımcı, ışıkçı, müzisyen, oyuncu, dansçı, şarkıcı, akrobat ve atletleriyle sahne üzerinde kurulan kolektif bir düşün ortak tasarımcıları olarak, aslında gerçekleştirilmesi o kadar da imkansız olmayan bir ütopyayı somut görsel imgeler aracılığıyla deneyimlememize fırsat sağladılar. Düşün temelinde başkaldırı teması yatıyordu: Çünkü icracılar herşeyden önce doğa kurallarına baş kaldırıyorlardı. Yer çekimine, kas gücünün sınırlarına, insanın iki ayaklı bir kara hayvanı olması gerçeğine başkaldırıyorlardı. Ama bunu yeteneklerini bazı medya pazarlamacıları önünde sergileyerek endüstri tarafından kabul edilmeyi bekleyen kimi “yetenekli yarışmacılar” gibi değil tümüyle dayanışma içinde; seyircileri sahnede olmayı haketmeyen “yeteneksiz tıfıllar” olarak görmeden, onları da bu düşün birinci dereceden tasarımcılarına dönüştürmeye çalışarak yapıyorlardı. Sonuçta sahnede izlediğimiz önceden hazırlanmış ve mükemmelleştirilmiş bir gösteriydi elbette ve dolayısıyla anlık doğaçlamanın hükmü sınırlıydı. Ama sahnedeki icracıların en azından kapının açık olduğunu göstermeleri ve kapıdan geçip geçmeme konusundan seyirciyi kendisiyle başbaşa bırakmayı seçmeleri oldukça alternatif bir tavırdı.
İkinci olarak, toplumsal uzlaşılara ve onların yegane doğrular olduğu yolundaki dogmatik tavra bir başkaldırı vardı. Saltimbanco’nun akrobatlar, atletler, müzisyenler, palyaçolar ve dansçılardan oluşan ve çeşitliliği kutsayan “hayali cemaati” o denli yetenekli üyelerden mütevellitti ki söz gelimi iktidar olma görevi verilen komik palyaço başka herhangi bir hüneri olmadığı için –ve belki de kendisini kötü hissetmesin diye- bu “onurlu” göreve layık görülmüştü. Ve bu cemaatin adı hayali olsa bile sahnedeki varoluş biçimi gerçekliğin ta kendisiydi. Sahnede devindikçe ve yeteneklerini onları çevreleyen toplulukla uyum içinde büyük bir titizlikle icaraya dönüştürdükçe sahne üzerinde parlamaya başlayan tüm icracılar bir an için sahnedeki diğer kumpanya üyelerinin ve seyircinin hayranlığını kazanmaktaydılar. Ama bu hayranlık bir sonraki sahnede silinmekte ve az önce bulutların üzerinde uçan oyuncu biraz sonra yardımcı olmak amacıyla arkadaşının trapezini tutmakta ya da şovun sürmesini sağlamak amacıyla bir sahne dekorunu sahne gerisine taşımaktaydı. Hiçkimsenin sahnede fazlalık olarak gözükmediği mükemmel bir uyum ütopyasıydı bu.
Ve son olarak sanatçının özgürlüğünün gönüllü olarak ya da zorbaca yöntemler kullanılarak denetim altına alınmaya çalışıldığı bir sisteme meydan okurcasına yaratıcılığın sınır boylarında özgürlüğün bayrağını dalgalandırmayı seçiyorlardı. Sıradan ve kontrollü olmayı öğütleyene karşı başkaldırıyı önplana çıkarıyor ve sahne üzerinde üretilmiş gerçekten çarpıcı ve hayranlık uyandıran şovlarla seyirciye sınırları genişletilmiş bir özgürlük duygusu aşılıyorlardı. Hepsi çelikten kanatlara sahip birer güvercin gibiydiler: naif, estetik ve güçlü. Bu ülkede güvercinlerin kaderinin de belli olduğunu anımsarsak neden hala bir “Güneş Sirki”miz olmadığını anlamaya daha da yakınlaşacağız.
Sonuçta Türkiye’de uzun bir süredir çeşitli biçimlerde izlenen ve takip edilen Cirque du Soleil’in gösterisi bizlere çok net bir mesaj vermiş oldu: İnsanın başkaldırı duygusu, küçük bir çocuğun bir nesneye tutunarak ayağa kalktığı ve yer çekiminin sınırlamalarına aldırmadan ilk adımlarını attığı ilk andan itibaren insanlık kavramına içkin bir realitedir. Her insanın serüveninin bir parçası olan bu ilk başkaldırı öyle etkileyici sonuçlar doğurur ki insan aslında tüm hayatı boyunca onun bir eşini bulmak için didinir durur. İşte akrobasi denen şeyin temelini bu başkaldıran ruh hali teşkil eder. O zaman bir, iki, üç ve sıçra!