Hangi yüzyılda yaşıyoruz? “Muhteşem Yüzyıl”da olmadığı kesin.
Bu hafta bir özel televizyon kanalında yayına giren ve Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatından kesitler üzerine kurulacağı ilan edilen dizi daha gösterime girmeden muhafazakar bir tepkiyle karşılaştı. Muhtemelen kanal, hükümetin temsilcilerinin de içerisinde bulunduğu bir kesimin tepkilerinden çekinerek diziyi yayından kaldıracaktır. Belki birkaç bölüm daha devam eder ama bu şartlarda sezonu tamamlayabilme ihtimali yok. Böylece hangi siyasi görüşte olursa olsun tarihin resmi tezler dışında tartışılmasına müsamaha gösteremeyen zihniyet karşı tarafın kalesine bir gol daha göndermiş gibi hissedecek kendisini.“Herkesin resmi tarihi kendine, ben benimkine dokundurtmam” diyen bu anlayış 21. yüzyıl Türkiye’sinde hala sanatın en büyük düşmanı olmaya devam ediyor.
Oysa dizi devam etseydi belki de şunları tartışıyor olacaktık: Taylan kardeşler (daha baştan bir Coen biraderler anıştırmasıyla karşı karşıyayız) Türkiye sinema ve TV sektöründe, batılı büyük bütçeli prodüksiyonların yerli versiyonlarının da yabana atılmayacak ticari başarılar kazanabileceğini ispatlamış iki yönetmen. Bugüne kadar yaptıkları işlerde Hollywood’un iyi gişe getiren çeşitli filmlerini sinematografik açıdan titiz bir biçimde analiz ettiler, yarattıkları mali kaynakla gerekli teknik altyapıyı kurdular ve bu sinema dilini yerli bir senaryo aracılığıyla kısmen yerelleştirerek popüler işler ortaya çıkardılar. “Muhteşem Yüzyıl”da çeşitli kanallarda büyük bir ilgiyle izlenen Batı kaynaklı “tarih soslu” yeni bir trendin Türkiye’ye taşınmasına vesile olacaktı. İlk bölümden anladığımız kadarıyla güçlü bir sanat ve görüntü yönetimi kadrosu aracılığıyla ve -Türkiye’deki dizi sektörü göz önüne alındığında başarılı sayılabilecek- bir tarihsel araştırmaya da dayalı olarak “tarihin modern görsel tekniklerle yeniden inşası” diyebileceğimiz bir yöntemle izleyiciyi elinde tutacak bir dizi ortaya çıkacaktı. Ek olarak Meral Okay’ın kaleminden çıkan, saray kadınlarının hayatını melodramatize edeceği anlaşılan ve bizi cüretkar bir biçimde padişahın haremine sokmaya aday senaryosu da dizi izleyicisini ekran başına çekebilecek nitelikteydi. Yani kısacası bu dizi tutardı, tutacaktı.
Tabii bütün bunların ötesinde diziyi drama ve oyunculuk sanatının kriterleriyle değerlendirdiğimizde, amaçladığı ticari başarıyı kazanmak uğruna bilinçli olarak yüzeysel bir karakterizasyona ve klişelere saplanmış bulacaktık -yapımcıların bakış açısına göre halkımız fazla derin karakterlerden hoşlanmıyormuş, belki de bu yüzden bu türden bir dizi çekerken edebiyat danışmanı olarak adı ilk akla gelen kişi olan Orhan Pamuk gibi bir ismin kadroya dahil edilmemesini anlayışla karşılamak lazım. Hatta -ilk izlenimlerimize göre- Topkapı Sarayı çevresinde geçmesi tasarlanan bu yapımın bir “içerden oryantalizm” örneği olarak ele alınabileceğini söyleyebilecektik. Tabii bu türden değerlendirmeler “bir takım entellerin kendi aralarındaki geyikler” olarak görülecek ve çok da fazla ilgi uyandırmayacaktı. Ama sonuçta tüm bu tartışmalar dizinin Türkiye’deki sektörünün kriterleri dahilinde ortalamanın üzerinde ve yapımcısını memnun eden bir iş olmasını engellemeyecekti herhalde.
Oysa şu anda farklı bir şeyi tartışıyoruz. Bir kez daha “yasakçı zihniyete karşıyım” diyen ama ilk fırsatta “yasakçılığa” başvuran bir anlayışla karşı karşıyayız. AKP’nin dinamolarından birisi olan ve sık sık sıra dışı açıklamalarıyla kamuoyunun gündemine oturmayı beceren Bülent Arınç -ki bildiğimiz kadarıyla memleketi Manisa’da tiyatronun gelişmesi ve kalkınması için tiyatroculara destek veren bir kişi olarak tanınıyor- tutup bu diziyi -üstelik de sadece fragmanlarına bakarak- “milli değerlerimize bir saldırı” olarak yorumlamış ve dizinin biletini kesecek sözler etmiş durumda. Ardından MHP ve BBP gürlemiş yağmış. Tabii işin ilginç yanı bu muhafazakar tepki ciddi ciddi söz konusu dizinin halkımızın ve özellikle gençlerimizin zehirlenmesine yol açacağını iddia etmekte. Merak etmeyin medyanın her gün gençlerimiz üzerine yağdırdığı tahrip gücü yüksek imge bombardımanlarının yapamadığını bir dizi asla yapamaz. Ve her halükarda hiçbir kurgusal eser, gençlerimize, Türkiye’nin doğu sınırında eski bir kilisede “neo-fetih-namazları” kılarak verilen mesajlar kadar zarar vermeyecektir.
Tabii diğer yandan özellikle Arınç’ın söyleminde ön plana çıkan bir başka nokta bizi politikacıların sıklıkla düştükleri bir durum üzerine düşünmeye zorluyor: Ankara’da o kadar sorun varken işlerini güçlerini bırakıp bir televizyon dizisinin nasıl çekileceği ya da bir tarihi olaya onu açıklamak için nasıl yaklaşılması gerektiği türünden hususlarda bir uzman edasıyla çeşitli kriterler ortaya koymaya çalışmak gerçekten onların işi mi? Mesela şöyle bir ifade kullanılıyor: “Bu dizi gerçeği olduğundan farklı gösteriyor”. 19. yüzyılın tarihi bir pozitif bilim haline getirmeye çalışan ve tarihçinin görevinin gerçeğe en yakın tasarımı yapmak olduğunu iddia eden “büyük akademik tarihçileri” bile “gerçeği ve yalnızca gerçeği” ortaya koyacak bir tarihçiliğin mümkün olamayacağını kabul ediyorlardı. Bunun üzerinden birkaç jenerasyon geçti ve tarihçilik mesleği artık çok farklı algılanıyor. Ama hepimiz biliyoruz ki bu kuramsal tartışmalar olayın daha ziyade sosudur. Bu tavrın alt metninde şu yatıyor: Benim Kanuni için çizdiğim resmi portre ortada, ben Kanuni’nin bu şekilde bilinmesini hatırlanmasını istiyorum, bunun dışındaki tüm tasarımları da yasaklarım. Sonuçta Foucault’nun “gerçeğin ne olduğuna iktidar karar verir” saptamasının bir doğrulaması yapılmış oluyor. Nedir efendim? Kanuni’nin eşcinsel ilişki içinde olduğu ima ediliyormuş. Eşcinselliğe hala bir hastalık olarak bakan zihniyet bundan ürkecektir elbette. Ama bu doğrudan Osmanlı belgelerinde eşcinselliğin Osmanlı kültürünün doğal bir parçası olduğu yolundaki verilerin yok olmasına yol açmayacaktır. Ve belki de bir sanatçı kendi yaratı süreçlerinde bu imgeyi çıkış noktası olarak değerlendirecektir. Tarih bölümünde hocamız Edhem Eldem “tarihin kullanım değeri yoktur, böyle bir değeri olduğunu iddia edenlerin niyetinden şüpheye düşmek gerekir” derdi. Benzer şekilde “milli manevi değerler” edebiyatı altında yasakçı zihniyetin savunusu yapanların niyetlerinden de şüpheye düşmek gerekir. Türkiye’de Atatürk, Said-i Nursi, Fettullah Gülen resmi tezlerin dışına çıkılarak tartışılıyorsa -ki bunu Türkiye’nin normalleşmesinin bir belirtisi olarak görmek gerekir- Kanuni Sultan Süleyman’ın da farklı bakış açılarından tartışma konusu olmasını engelleyemezsiniz. Nasıl “Mustafa” filminden sonra önüne gelen Atatürk’le ilgili film çekerek Can Dündar’a bir yanıt vermek istediyse siz de en fazla Kanuni güzellemesi yapan bir film yaptırırsınız olur biter. Tabii bunun için halkın vergilerini kullanan bir kurumu kullanmamanız tercih sebebidir –bakınız devlet tiyatrolarında Turan Oflazoğlu ve Orhan Asena’ya sipariş üzerine yazdırılan ve devlet fetişizmine saplanıp kalmış tarihi oyunlar.
Bertolt Brecht bir karakterin analizinin onun oyun içinde sergilediği eylemlerden yola çıkılarak yapılabileceğini söyler. Bizler de sizin demokratlığınızı farklı olana tahammül sınırlarınıza ve kendiniz gibi olmayanla karşılaştığınızda sergilediğiniz jestlere bakarak ölçeceğiz. Mesela bazılarımız her perşembe bir özel kanalda on Kürt’ten dokuzunu hain olarak gösteren bir dizinin yıllardır yoğun bir ilgiyle izlenmeye devam ettiğini bile bile hayatına nasıl devam edebiliyorsa, siz de Topkapı Sarayı’nda hayali bazı karakterlerin içinde ne olduğu görülmeyen metal bardaklardan bir şeyler içmesine müsaade ediverin bir zahmet. Adam üç asır önce boşuna söylememiş değil mi, “fikirlerinize katılmayabilirim ama onları ifade etmeniz için canımı bile veririm” diye.