13 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Politikacı Olarak Üniversitede Konuşmak

BGST web sitesinde yayınlanmak üzere kaleme alınmıştır.

Shakespeare'in Coriolanus adlı oyunu bir halk ayaklanması sahnesiyle başlar. Halk hububat fiyatlarında yaşanan spekülatif fiyat artışını protesto etmek için kısmi olarak silahlanmış bir biçimde senatoya doğru yürümektedir. Ancak bu kalabalık grup güçlü bir orator olan senatör Agrippa ile karşılaşınca bir duraksama yaşar. Agrippa onlara Shakespeare'in Latin kaynaklardan devşirdiği bir mesel anlatır ve kalabalığı yatıştırmayı başarır. Yüzyıllar sonra Doğu Berlin'de Berliner Ensamble'da oyunun sahnelenmesi gündeme gelince Brecht ve öğrencileri bu sahne üzerine tartışmaya başlarlar. Dramaturglardan birisi halkın bu kadar kararsız çizilmesinden ve bir Patrici'nin laf salatalarından bu denli etkilenmesinden rahatsız olur. Brecht temkinlidir ve bir klasikle hesaplaşırken metnin olanaklarını iyice anlamak gerektiğini vurgular. Eğer mümkünse metne hiç dokunmadan bu sorunu çözmeyi deneyecektir. Bu toplantının ardından Brecht metni yeniden kaleme alırken bu sahneyi şu şekilde değiştirir: Agrippa'nın tiradı sırasında arkaya sessizce -hatta senatörün kendisinin bile duyamacağı kadar sessizce ama karşıdaki halk kalabalığının görebileceği kadar açık ve seçik bir biçimde - bir lejyon birliği yerleşir. Senatör konuşma hünerlerini sergilerken arkasında ona sahip olduğu politik gücü sağlayan gerçek kuvvet durmaktadır. Bu durumda halkın kararsızlığı belagat sanatının etkilerinden ziyade silahlı güçlerin acımasızlığından kaynaklanmaktadır.

Geçtiğimiz gün iki politikacının bir üniversitede konuşma yapmaya çalışmasıyla başlayan olaylar bana yukarıdaki sahne ile ilgili tartışmaları hatırlattı. Bilindiği gibi öğrenciler buna izin vermedikleri için ve kullandıkları yöntemler ileri sürülerek faşist olmakla suçlandılar. İddiaya göre konuşmacıların ifade özgürlüğü ellerinden alınmıştı. Üstelik bu iki politikacıdan birisi sadece sözlü protestoyla karşılaşırken diğeri doğrudan bir fiziki saldırıya uğramıştı. Bu kabul edilemezdi. Ardında çeşitli analizler yapıldı. Politikacıların tüm dünyada gençliğin gözünden düştüğü söylendi. Üniversitelerde yaşanan bu ve önceki saldırılar bu tespitle bağlantılandırılmaya çalışıldı. Çok doğal olarak kısa süre önce gerçekleşen bir başka olaya refarans yapıldı ve polisin sık sık öğrencilere karşı orantısız şiddet uyguladığı hatırlatıldı. Tüm bunlar kısmen doğruluk taşıyordu ve madalyonun farklı yüzlerini keşfetmemizi sağlıyorlardı. Ama başka bir önemli noktanın yeterince üzerinde durulmadı. Tüm bu kamplaşmada hükümetteki AKP’nin kendisiyle ilişkili olarak ürettiği bir imajın hiç katkısı yok muydu?

Öncelikle şunu hatırlayalım: AKP hükümeti uzun süreden beri kamuoyuna kendisini silahlı kuvvetlerin gölgesinden kurtulmaya çalışan bir sivil girişim olarak sunmakta. Bu anlamda da her alanda demokratik yöntemlerin en büyük savunucusu olduğunu iddia etmekte. Elbette ki bu söylem pek çok kesm tarafından desteklenmekte ve hükümetin askeri vesayetle giriştiği mücadele onay görmekte. Ama üniversite sıralarından bakılınca AKP hükümeti gerçekten de bu denli sivil mi görünmekte? Büyük ihtimalle hayır. Üniversite sıralarından bakıldığında muhtemelen Burhan Kuzu ne söylerse söylesin arkasında sessizce -belki de kendisnini bile farkına varamayacağı kadar sessizce ama karşıdakilerin rahatça göreceği kadar açık seçik biçimde- bir lejyon kuvveti durmakta. Öyle olunca birileri de sormadan edemiyor: "Arkanda bu lejyon kuvveti dururken nasıl demokratik bir diyaloğa soyunduğunu iddia edebilirsin?"

Tabii diğer yandan yumurta atma eyleminin kendisi ne kadar haklı görülebilir? Eylemi düzenleyen inisiyatif bu eylemin belli bir mantığı olduğunu savunuyor: Sokaklarda fikirlerimizi demokratik biçimde ortaya koymamıza izin vermezseniz siz de üniversitede bu hakkı kullanamazsınız. Sokak literatüründe bu davranışın karşılığı "nasıl olsa sen de bizim mahalleden geçersin" tavrıdır. Ama şu gerşeği de es geçmeyelim: Sonuçta devletle şiddet oyunu oynarsanız kazanma şansınız yoktur çünkü kuralları her zaman devlet koyar.

CHP'li bir vekilin üniversite salonlarında neden fiziki olmasa da sözlü bir saldırıya uğradığını analiz etmek ayrı bir yazının konusu. Biz şimdilik AKP’nin kamuoyu nezdindeki imajını sorunsallaştırmaya devam edelim: AKP'nin en liberal isimlerinin bile üniversitelerde ancak özel güvenlik önlemeleri alınarak konuşabilmeleri biraz da kendilerinin yarattığı ceberrut polis devleti imajından kaynaklanıyor olabilir mi acaba? Herkes bilir ki bu şiddetten en çok aykırı sesler çıkaran üniversiteliler muzdariptir. Eğer özelde AKP'liler, genelde tüm politikacılar, üniversitlerde ve diğer kamusal alanlarda gerçekten demokratik yöntemlerle fikirlerini ifade etmek istiyorlarsa oradaki mevcudiyetlerini devletin silahlı güçlerini kontrol etme yetkisinden değil, gerçekten halkın temsilcileri olmalarından aldıklarını bizlere daha net bir biçimde hissettirebilmelidirler. Bunun yolunun da adları gibi "deli kanlı" olan üniversiteli gençliği sucuklu yumurta yemeğe davet etmekten geçmediği ortada.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Karagöz'ün Türklükle İmtihanı (7) ya da Sonuç Yerine

Hatırlanacağı gibi UNESCO’nun Karagöz’ü “Türk milli oyunu” ilan etmesi ve Yunanistan’ın bu karara itiraz ederek Karagöz’ün kendi milli oyunu olduğunu iddia etmesiyle başlayan tartışmalardan sonra bizim kaynaklarımıza bakarak Karagöz’ün bir “Türk milli oyunu” olduğunun iddia edilip edilemeyeceğini anlamak amacıyla bir araştırma yapmaya başlamıştık. Ve sonuçta aşağı yukarı şu sonuçlara varmış olduk:

1. Karagöz’ün milli bir “Türk oyunu” olduğu yolundaki milliyetçi tez, sadece bir iddia olarak kalmakta ve bilimsel kanıtlarla hiçbir biçimde desteklenememektedir.

2. Gölge oyunu tekniğinin Uzak Doğu kökenli olduğu artık kesin olarak kabul edilmektedir ve büyük ihtimalle Orta Doğu’ya da buradan girmiştir. 16. yüzyıla kadar Anadolu’da bu tür bir tekniğin varolduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Şu ana kadarki tüm kanıtlar Anadolu’ya Osmanlı Devleti zamanında Mısır üzerinden girdiğini göstermektedir.

3. Gölge oyunu Uzak Doğu’dan Orta Doğu’ya doğru seyahat ederken içeriğinde ve ritüelistik karakterinde bir değişim olmuş, Osmanlı topraklarında sosyal satir içeriğine bürünerek Karagöz oyunu şeklini almıştır. Bu ritüelistik kökenlerden uzaklaşma ve dünyevileşme sürecinde İstanbul’da yüzyıllardır yaşamakta olan halk kültürlerinin ne oranda katkısı olduğu henüz bir muammadır. Ancak çeşitli araştırmacılar Karagöz’ün içeriğinin Bizans Tiyatrosu’ndan etkilendiği yolunda tezler ortaya koymaktadırlar. Bu hala kapsamlı biçimde araştırılmayı bekleyen tezin uzun yıllardır hiç ilgi çekmemiş olması gölge oyunu tarihçiliği açısından büyük bir eksikliktir.

4. Karagöz bir imparatorlukta doğmuş olmanın gerektirdiği biçimde çokkültürlü bir proje olarak ortaya çıkmıştır ve içerik olarak da bunu yansıtan bir yapıya sahiptir. Ancak İmparatorluğun dağılış sürecinde bir miras kavgasına düşen farklı haklar kendi milli kimliklerini tanımlarken bu çokkültürlü mirasın orasından burasında çekiştirmeye girişmişler ve bu anlamda geçmişin çarpık bir görünütüsünü kurgulamaktan da uzak durmamışlardır.

5. Diğer yandan bu geleneğin gelecek kuşaklara taşınmasına hizmet ettiği ileri sürülen ve geçmişi 19. yüzyıla dek uzanan derlemecilik çalışmaları da aslında milliyetçiliğin Osmanlı Devleti’ni kasıp kavurmaya başladığı bir dönemin ürünü olduklarından tarihselleştirilmeleri gerekmektedir. Üstelik bu derleme çalışmaları sonucu ulaşılan metinlerin “gelenekselliği” de oldukça tartışmalıdır, çoğu kendini üreten hayalbazın yaşadığı yüzyılın gerçekliğinin birer aynası olmaktan kurtulamayan bu metinlere mesafeli yaklaşmak, bilimsellik iddiasındaki çalışmaların olmazsa olmazıdır. Ancak ne yazık ki Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yürütülen gölge oyunu araştırmaları maalesef bu konuda iyi bir sicile sahip değildir ve geçmişin çarpık bir görünütüsünün oluşmasına katkı sunmuştur.

***

Ancak çok karamsar olmamalı ve içinde bulunduğumuz dönemde alternatif eğilimlere sahip araştırmaların sayısının sevindirici biçimde gün geçtikçe artmakta olduğunu da vurgulamalıyız. Örneğin Milli Folklor dergisinin internet sitesinde (millifolklor.com) Karagöz üzerine yayınlanan çeşitli makaleler Cumhuriyet döneminde egemenliğini kayıtsız ve şartsız ilan etmiş olan “milliyetçi paradigma”nın aşılması için önemli birer girişim olma özelliği taşımaktalar. Bazı örnekler vermek gerekirse: Selçuk Çıkla “Türk Edebiyatı’nda Dirijizmin Karagöz Piyesleri Boyutu” başlıklı yazısında 1940’lı yıllarda Karagöz’ün Türk İnkılabı’nın başarısını sağlayacak bir propoganda nesnesi olarak nasıl yeniden canlandırıldığını güzel biçimde özetlemekte ve “geleneğin icadı”nın politik bir bağlamda nasıl gerçekleşmekte olduğuna somut örnekler vermektedir. Aynı konuyla bağlantılı olarak Oğuz Güven “Politik İdeolojinin İcat Ettiği Gelenek: Karagöz” başlıklı yazısında 1940’lı yıllarda CHP’nin öncülüğüyle açılan Karagöz senaryosu yazma yarışmalarının, iktidar merkezli bir “fakelore” (sahte folklor) geleneğinin kuruluşunda nasıl bir misyona sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Yine aynı sitede yayınlanan bir başka makalede Bahar Akarpınar, “Türk Gölge Oyunu Karagöz’de Zımmi Tipler” başlıklı yazısında, Esat Sabri Siyavuşgil’in “imparatorluk tipleri” adıyla Türklük adına hor gördüğü gayrımüslim unsurların, çokkültürülü Osmanlı başkentinde doğan bir halk oyunu olan Karagöz’ün asli unsurları olduğunu, hatta çeşitli politik ve tarihsel süreçler sonrasında İstanbul bu çokkültürlü zengin görünütüsünü yitirdikçe Karagöz’ün de nasıl irtifa kaybedip nostaljik bir nesneye dönüştüğünü analiz etmektedir. Tüm bu tartışmalar bağlamında bir zamanlar kendi “milli benlik”lerini kurmak uğruna kolektif biçimde inşa edilmiş bir imparatorluk kültürünü “yağmalama” derdine düşen halkların, şimdi ulus devletlerin tek tipleşmiş sıkıcı kültürel ortamında bu ortak geçmişi tüm zenginliği ile hatırlamaya dönük bir eğilim içerisine girdiğini gözlemleyebiliriz. Sonuçta yüzlerce yıllık gölge oyunu geleneğinin tarihinin yeniden yazılması, toplumların bu değişen eğilimlerine yanıt veren yeni araştırmacıların ortaya çıkmasıyla mümkün olacaktır. Artık miadını dolduran ulus devetlerin resmi kültür politikalarının peşine takılıp onlarca yıldır ezberlenen bilgileri tekrarlayıp duran, birbirleriyle Karagöz’ün mülkiyeti üzerine kayıkçı kavgasına giren dar görüşlü demogagların değil.