Bir önceki yazıda Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarında gölge oyunu tarihçiliğinin bilimsel bir disiplin içerisinde inşasının aynı zamanda kurulmakta olan bir ulus devletin resmi ideolojisi olacak Türk milliyetçiliğini toplumun her alanında hakim kılmaya dönük bir siyasi projeyle kol kola yürüdüğünü iddia etmiş ve Karagöz’ü imparatorluğun sahibi olarak da görülen Türk unsura ait bir geleneksel sanat olarak sunma amacını taşıyan biri dış, biri iç kaynaklı iki girişimin başarısızlığa mahkum olduğundan söz etmiştik. Bu yazıda da bu başarısızlığın nedenleri üzeride durmaya çalışacağız.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Jacop’un yeni kurulmakta olan bu çalışma alanını daha baştan “Türk gölge oyunu” olarak adlandırması onun tezine dayanaklar bulmak için Orta Asya’ya odaklanmasına neden olmuştu. Burada kanıtlanmamış ama geçerliliği en baştan kabul edilen apriori bir bilgi türü söz konusudur. Osmanlı İmparatroluğu içerisinde yaşayan tüm unsurlar Avrupa’da daha 16. yüzyıldan itibaren “Türk” olarak adlandırılmaya başlanmıştı. Dolayısıyla Osmanlı topraklarında ortaya çıkmış olan bu gölge oyunu türünün bir Batılı için a la turca olarak adlandırılmasından daha normal bir şey olamazdı. Tabii burada gölge oyununda konuşulan dilin ekseriyetle Türkçe olmasının da bir etkisi olduğunu unutmayalım. (Bu meseleyi “Türk Tiyatrosu Nedir (2)” başlıklı bir yazıda da tartışmaya açmayı denemiştik bkz. http://mimesis-dergi.org/?p=8357) Dolayısıyla Jacop tümevarımsal bir yaklaşım sergileyerek ve bu apriori bilgiden yola çıkarak muhtemelen şöyle düşünmüştü: Eğer bu bir Türk oyunuysa kökenleri mutlaka Türklerin atalarına dayanıyor olmalıdır.
Ancak şu ortadadır ki bir Alman’ın, daha sonra Türk Tarih Tezi’nin ana teması olacak Orta Asya mitolojisi yaratma yolundaki geniş projeye kendi alanından katkı yapma girişimi sonraki dönemin araştırmacıları tarafından çok da kabul edilir sonuçlar doğurmamış görünmektedir. Şunu kabul etmek gerekir ki Karagöz oldukça “Osmanlı işi” bir kültürel oluşumdur ve eğer onu “Osmanlı gölge oyunu” yerine “Türk gölge oyunu” olarak adlandıracaksak en azından bu oyunun asli gelişimini imparatorlukta yaşayan Türk unsura borçlu olduğunu, diğer milletlerin bu uğurda olsa olsa destekçi olabildiklerini ortaya koymak gerekecektir. Gerçi Jacop’un bu türden konularla dair çok yoğun bir ilgi gösterdiğini söyleyemeyiz. O çalışma alanının adını “Türk” olarak koymakta bir sakınca görmez, bu bir “Türk devleti” ise ona “ait olan” herşeyin de Türk olarak adlandırılmasında bir sakınca olmadığını düşünür ve konuyu daha fazla irdelemez. Ancak bir çok araştırmacının zaman zaman açıkça, zaman zamansa satır aralarında sunduğu olgular bu “doğallaştırılmış” ve artık sorgulanmasına bile gerek duyulmayan kategorileştirme hakkında şüphe uyandırcak niteliktedir.
Öncelikle hayalbaz dediğimiz oynatıcı üstadların gerek tasvir üreterek, gerek senaryo yazarak, gerekse hayal oyununu icra ederek oyunlara hayat verdiklerini unutmayalım. Bu, usta hayalbazların geleneksel teknikleri kullanmakla beraber kendi subjektif yaratıcılıklarını da yoğun biçimde kullanan gerçek sanatçılar olduğunun bir kanıtıdır. Bu bağlamda hayalbazların milli kimliklerini ortaya koymak fikir yürütmek için işimize yarayabilir. Pek çok kaynakta bir çok gayrımüslim hayalbazın adı açıkça zikredilmektedir: Arsen Efendi, Yemenici Andon, Çilingir Ohannes Efendi, Boğos Efendi, Dalgın Serafim Efendi, Dikran Efendi, Topkapılı Takfor, Topal Kirkor Efendi, iki yanlı Kevork Efendi (Selim Nüzhet zikrediyor); Balıkçı Dikran, Demirci Ohannes, Eyüplü Hacı Yorgi, Kumkapılı Karakin, Samatyalı Tekfor (Karagöz terimleri Sözlüğü’nün yazarı Uğur Göktaş zikrediyor). Yine kaynaklar bu kişilerin sadece birer oynatıcı olmadığını, usta çırak ilişkisi içerisinde yeni nesil hayalbaz yetiştiren birer eğitmen olduklarını –dolayısıyla geleneğin devamlılığını sağlamayı amaç edindiklerini gösteriyor. Örneğin Selim Nüzhet’in kantoları Karagöz oyununa intibak ettiren kişi olarak adından bahsettiği Katip Salih Efendi Arsen isimli bir Ermeni ustanın yanında yetişmiştir. Diğer bir konu söz konusu yaratcıların gölge oyununu sadece Türkçe olarak oynatıp oynatmadıkları da önemli bir tartışma konusudur. Elde edilen Karagöz senaryolarının bir çoğu oldukça geç bir dönemde derlendiğinden ve uzun yüzyıllar bu gelenek sözlü olarak devam ettiğinden bu konuda kanıtlar bulmak zordur ama Selim Nüzhet’in verdiği Hacı Yorgi örneği , Osmanlı imparatorluk anlayışıyla da uyumlu biçimde Karagöz’ün imparatorluk sınırları içerisinde konuşulan farkı dillerde oynatıldığını gösterir niteliktedir –Yorgi hem Türkçe hem de Rumca gösteriler düzenleyen bir oynatıcı olarak zikredilmektedir. Tüm bu örnekler bir Batılı olarak Jacop’un kendi tezini inşa etmeye çalışırken “gözden kaçırdığı” bir gerçekliği ortaya koymaktadır ki o da Karagözün Osmanlı halklarının ortak ürünü olan bir kültürel oluşum olduğudur.
Bu durumun çok daha net farkında olan Selim Nüzhet ise daha önceki yazımızda da ortaya koyduğumuz gibi gölge oyununu Türklükle bağlantılandırıken baş karakterin etnik kimliğini bir delil olarak kullanmayı denemiştir. Buradaki mantık oldukça basittir: Eğer oyunun baş kişisi –ya da kişileri- Türkse bu oyunun bir Türk oyunu olduğunu kabul etmek gerekecektir. Tabii bu tez Karagöz ve Hacivat’ın gerçekten yaşamış tarihi kişilikler olduklarını varsayar. Oysa Karagöz ve Hacivat’ın gerçekten yaşadıklarını kabul etmemizi sağlayacak hiçbir somut kanıt olmadığı gibi gerçekten yaşadıklarını iddia eden bazı tarihsel kayıtlar da onların etnik kimliği konusunda çok farklı değerlendirmelerde bulunmaktadırlar. Ancak Selim Nüzhet, Şeyh Küşteri diye bir kişinin varolup olmadığı konusunda büyük bir şüphecilik sergilemekle beraber Karagöz’ün gerçek bir kişi olduğu ve sergilediği özellikler nedeniyle de ancak Türk olabileceği gibi bir tez ortaya atarak bu işe noktayı koymaya çalışmıştır. Gerçekte Selim Nüzhet de bilmektedir ki eğer Karagöz’ün gerçekten yaşadığını ortaya koyamazsak bu oyunun bu topraklarda üretilmiş orijinal bir değer olduğunu savunmak da o kadar güçleşecektir. Onun tezine göre oynatıcılar Türk, kullanılan dil Türkçe olmasa bile bu oyunun kökensel olarak Türk gölge oyunu olduğu gerçeği değişmeyecektir çünkü baş karakterler Türktürler.
Sonuçta Jacop ve Nüzhet’in çalışmaları bu yeni kurulmakta olan çalışma alanını adlandırırken, bilinçli ya da bilinçdışı bir itkiyle bilimsel gerçeklerden ziyade ulus-devletlerin ideolojik çıkarlarını gözeten ve haklılaştıran bir terminolojinin ortaya çıkmasına hizmet etmişlerdir. Sonraki çalışmalar da aşağı yukarı bu temel üzerine inşa edilecektir zaten. Konuya devam edeceğiz.