Bir süredir “Türk Tiyatrosu” kavramının neden işlevsiz ve kafa karıştırıcı olduğunu tartışmaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz hafta medyada bu konuyla yakından ilişkili bir haber yer aldı ve Mimesis’in haber editörlerince portale taşındı. Haber Karagöz’ün Bursa’nın bir değeri olarak tescillendiğini bildiriyordu. Tescili yapan kuruluş “milli” olduğu için bu tescil yurtdışında kabul görür mü görmez mi tartışması başlamak üzereyken AİHM’in geçmişte aldığı bir kararın Karagöz’ün “Türklüğünü” uluslararası alanda da resmen tescillemiş olduğu ortaya çıktı. Ve UNESCO’nun “Karagöz Türk kültür mirasının bir parçasıdır” şeklindeki kararı bu durumu perçinlemiş oldu. Ama öğrendiğimize göre tabii ki Ege’deki komşumuz kokoreçten sonra Karagöz için de devreye girmiş ve bu gölge oyununun Türklere ait olduğunu kabullenmeye yanaşmamış. Osmanlı mirasını paylaştırmayı kolay bir iş sayan UNESCO faka bastığını anlamış olsa gerek ki şimdi de bu konuda iki komşu arasında bir müzakere başlaması söz konusuymuş. Batılıların Doğulu kültürleri anlamamakla beraber onlar üzerine ahkâm kesmekten hoşlanmalarına Edward Said’den beri Oryantalizm diyoruz. Bu tescil mekanizmaları falan da bunun piyasa ekonomileri içerisindeki ticari ayağını oluşturuyor. Sözgelimi Bruges şehri için Tenten ne anlama geliyorsa, Bursa da Karagöz’ü o hale getirmeye çalışıyor, uluslararası bir kuruluş da –hangi kriterlere bağlı olduğu bilinmez- bunu tescilliyor. Tabii bu arada rakip projeler de dolaşıyor ortada, sürekli tetikte olmak gerekiyor. Sözgelimi bir Alman arkadaşın ciddi ciddi Bursa’nın mutfak kültürümüze armağan ettiği eti yatay değil, dikey pişirme usulünün (döner) Almanya’daki Türk işçiler tarafından başlatıldığını savunduğuna bizzat şahit olmuştum. Bursa kılıç kalkan, Karagöz gibi yeni ticari ikonları tescillettirmeye çalışırken eldeki İskender’den de olabilir anlayacağınız.
Önceki yazılarımızda İmparatorluk koşullarında çok dilli ve çok etnisiteli temeller üzerinde inşa edilmiş bir Osmanlı Tiyatrosu’nu “Türk” haline getirmeye çalışmanın kültürel mirasımızı nasıl fakirleştiği üzerinde durmuştuk. Normalde kurulacak “Türk Tiyatrosu”nun ilk zamanlarından itibaren hamurun mayasının nasıl oluşturulacağı ciddi bir tartışma konusuydu. Örneğin başını Namık Kemal’in çektiği, modern oyun yazımı tekniklerini, siyasi bir projenin bir parçası olarak bu topraklara taşımaya çalışan bir grup Osmanlı entelektüeli için meddah, orta oyunu, Karagöz gibi geleneksel gösteri biçimleri kesinlikle modern dramatik girişimler için bir temel oluşturamazlardı. Bunlar “eski” ve modernleşme treninin hiçbir kompartımanında bilet bulamayacak, yeri çöplük olan döküntülerdi. Osmanlı kamuoyunun diğer bir köşesinde aktif olarak çalışan Ermeni tiyatro adamı Hagop Baronyan da benzer biçimde modern tiyatronun geleneksel sanatlardan alacağı bir feyz olmadığını savunmaktaydı. Bununla birlikte o dönemin edebiyat dünyasının önemli figürlerinden olan Theodor Kasap ise modern ama yerli bir tiyatronun geleneksel gösteri sanatlarından beslenmesi gerektiğini savunuyordu. Cumhuriyet sonrasının kültür politikaları ilk eğilimin etkisindeydi. Bu bağlamda “Türk Tiyatrosu” kendi gerçek inşasını başlangıçta meddah, orta oyunu, Karagöz gibi geleneksel gösteri biçimleri üzerinden gerçekleştirmeyi seçmedi.
Bu gösteri biçimlerinin “Türk Tiyatrosu” konsepti içerisinde yeniden hatırlanması birkaç istisna dışında Türkiye’de Brecht etkisiyle yerli bir Epik Tiyatro alanı inşa etmeye çalışanların gündeme getirdiği bir düşünceydi. Bunda Brecht’in kendi teorisini inşa etmek için doğrudan Doğulu geleneksel tekniklere referans vermesinin de payı büyüktü. Batı tiyatrosu kendi krizini Doğu’ya giderek aşmaya çalışırken, sonuçta meddah, Orta Oyunu, Karagöz gibi geleneksel sanatların yeşerdiği bu topraklarda uzun süreden beri görmezden gelinen bu gösteri biçimlerini yeniden keşfetmemek anlamsız olacaktı. Ama bu yapılırken bu geleneklerin oldukça geniş bir coğrafyada farklı farklı yorumlanmakta olan ortak bir kültürel değer olduğu politik tiyatro yapmaya çalışan sol kesimlerce de unutulmuş görünmektedir. Çünkü Brecht’ten etkilenerek geleneksel gösteri sanatlarını modernize etmeyi tasarlayan bu proje kendisini hala “Türk Tiyatrosu”nun yeni bir halkası olarak yorumlamaktan, dolayısıyla bu gösteri biçimlerinin estetik anlamda enternasyonal bir kimliğe sahip olduğunu unutmaktan kurtulamamıştır. Sonuçta bugün gelinen noktada Türkiye’de artık Karagöz’ün “Türkiliği” ya da Türk Tiyatrosu’nun tarihsel kökenlerinin bu “yerli gelenekler” içerisinde temellendirilmesi gerektiği varsayımı genel olarak kabul görmüş durumda.
Oysa ezelli edebi rakibimiz Ege’li komşumuz Batı’ya göçen işçileri aracılığıyla tüm meze ve kebaplarımıza, hatta kahvemize sahip çıktığı gibi doğal olarak Karagöz oyununa da ortak olmaya çalışıyor. Tabii Rum dostlarımız bunu yaparsa küs olduğumuz Ermeni komşumuz neler yapmaz. Geçtiğimiz ay Hrant Dink Vakfı tarafından düzenlenen “Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’de Kültürel Etkileşimler Sempozyumu” kapsamında İstanbul’a davet edilen iki Ermeni araştırmacı bize Ermenistan’da yüzlerce yıldır süren “Karagoz” geleneği hakkında görsel öğelerle desteklenen bir sunum yaptılar. Sunumun ilk kısmı bu gölge oyununun kökenine ilişkindi.
Bizim bildiğimiz efsane Bursa’da geçer: Sultan Orhan bir cami yaptırmaktadır. Hacı İvaz Ağa ya da halka mal olan adıyla Hacivat ve Trakya’da bulunan Samakol köyünden demirci ustası Karagöz kendileri çalışmadıkları gibi diğer işçilerin de çalışmasını engellemektedirler. Orhan Gazi’nin, “cami vaktinde bitmezse kelleni alırım” dediği cami mimarı, caminin vaktinde bitmemesine neden olarak gördüğü Karagöz ve Hacivat’ı şikayet eder. Bunun üzerine bu ikili başları kesilerek idam edilir. Karagöz ve Hacivat’ı çok seven ve ölümlerine çok üzülen Şeyh Küşteri, ölümlerinin ardından kuklalarını yaparak perde arkasından oynatmaya başlar.
Oysa Erivan Arkeoloji ve Etnografi Enstitüsü’nden Emma Petrosyan Karagöz’ün 14. Yüzyıl’da geçtiği iddia edilen bu olaydan çok daha eski bir geçmişe sahip olduğunu iddia ederek Bursa’nın kozmopolit yerel ahalisinin bu oyunun doğuşundaki rolünü tartışmaya açar. Osmanlı döneminde sadece İstanbul’da birçok Ermeni ve Rum karagöz oynatıcısı olduğunu hatırlayacak olursak, oyunun ilk ortaya çıkışında da çok farklı halklardan öznelerin devreye girmiş olabileceğini rahatlıkla iddia edebiliriz. Petrosyan’ın düşüncesine göre Ermenice ve Türkçe’de farklı anlamlara gelen Karagöz/Karagoz (Karaus, Karakos) ortak bir atadan evrilerek Türkiye ve Ermenistan’da iki farklı versiyona bürünmüştür. Biz buna Yunan Karagiozis’ini de ekleyelim, olsun üç. Elbette ki aynı kökenden gelmiş olma ihtimali çok güçlü olan bu gölge oyunlarının arasında birçok farklılık da mevcut.
Karagoz ve Haji Ayvaz
Örneğin Ermeni Karagoz’u aslına bakılırsa ortak bir ad taşımasına rağmen bizim bildiğimiz Karagöz’den oldukça farklı bir biçime ve üsluba sahip. Çoğunlukla dini içerikli festival ve karnavallarda sergilenen bu oyunun ritüelistik kökenleri olduğu düşünülüyor, çünkü bizdekinin aksine Ermenistan’da oynatılan Karagöz’ün çok katı kuralları var. Araştırmacı Zhenya Khachatryan bu kuralları şu şekilde özetliyor: Gösteri mutlaka akşam yapılmak zorundadır; tüm karakterler siyah renkli olur ve kaba bir biçimde deriden yapılır; gösteride cinsel ima içeren metinler kullanılır; yalnızca erkekler tarafından izlenir; kullanılan araçlara kutsallık atfedilir ve seyircilerin görmesi yasaktır; oynatıcılar bir usta ve bir çırak olmak üzere iki kişidir; oynatıcı gösteri öncesinde kutsallık içeren bazı jestler sergiler; her karakter tipik bir sese sahiptir; her karakterin giriş ve çıkışları tahtadan imal edilmiş özel bir araç sayesinde çıkarılan ayak sesleriyle belirtilir; gösteriler müzik eşliğinde yapılır. Görüldüğü üzere gerek biçimsel, gerekse sunuluş biçimi açısından Ermeni Karagoz’ü oldukça farklı bir gösteri olarak karşımıza çıkmakta ve içinde bulunduğumuz coğrafyada kültürlerin yüzlerce yıl içinde farklı etkileşimlerle ne kadar zengin evrimleşmeler geçirdiklerini ispat etmekte. Bizse bu zenginliğin keyfini çıkarmak yerine hangisi orijinaldir ve Karagöz kime aittir diye tartışmayı tercih etmekteyiz. Keşke bir olanağımız olsaydı da Türk, Ermeni ve Yunan geleneksel gölge oyunlarını bir arada izleyebileceğimiz festival düzenleyebilseydik.