Geçtiğimiz günlerde Mimesis web portalında da yer verilen bir haber aslında bu konuda yıllardır savunduğumuz tezlerin doğruluğunu bir kez daha gösterir nitelikteydi. Habere göre Cervantes Enstitüsü ile ortak olarak gerçekleştirilen bir proje gereği DT repertuarına alınan Cervantes’in Yüce Sultan adlı eserinin, geçmişte içeriği nedeniyle DT’de sergilenmesi sakıncalı oyunlar arasında yer aldığı anlaşılınca küçük(!) çaplı bir skandal yaşanmış. Oyunun sakıncalı kabul edilmesinin nedeni, “Osmanlı’yı kötü olarak göstermesi”ymiş. Bulunan ara çözüm (!) gereği oyunun İspanyol yönetmeninden bazı sahnelere makas atması istenince bir başka skandal daha yaşanmış. Yönetmen (doğal olarak) bu isteği geri çevrince oyunun çalışmalarına orjinal metin üzerinden başlanmış. Şimdi prosedür gereği geçmişte “uygunsuz” bulunan oyunun ne edip nasıl edilip repertuarda tutulacağı düşünülüyor, çareler aranıyormuş.
Haberi okuyunca başlı başına bir Aziz Nesin klasiği olmaya layık olan bu duruma takılmayıp oyunda gerçekten nasıl bir Osmanlı aleyhtarlığı yapıldığını hatırlamaya çalıştım ve oyunu yeniden okudum. Ve bir kez daha emin oldum ki DT denen kuruma hele de şu anki haliyle artık gerçekten ihtiyacımız kalmamıştır.
Meselenin hiçbir iler tutar yanı olmamakla beraber, oyunun gerçekten anti Osmanlı propagandası yapıp yapmadığını sanatsal kriterlerle ele almayı deneyeğim. Cervantes’in 1615 tarihli olduğu kabul edilen oyunu Elizabethyen çağdaşları kadar parlak olmasa da dönemin tiyatrosu göz önüne alındığında başarılı kabul edilebilir. Oyun Osmanlı sarayına düşmüş İspanyol esirlerin hikayesini merkezine aldığı için gerçekten de Cervantes-DT işbirliğine zemin hazırlayacak bir temaya sahip olduğu rahatça söylenebilir. Oyun iç içe geçmiş üç ayrı öykünün bir kombinasyonu olma niteliği taşıyor. Asıl öykü, ileride oyuna adını veren Büyük (Yüce) Sultan’a dönüşecek olan İspanyol cariye Catalina de Ovieda ile ona olan aşkı yüzünden Osmanlı saray kurallarının tümünü çiğnemeyi göze alan Sultan III. Murat arasındaki hayali gönül ilişkisini anlatıyor. Bu ana öyküye dolanarak ilerleyen diğer iki yan öyküden ilki akıncı Türkler tarafından kaçırılan sevgilisinin peşinden giden genç aşık Lamberto ve onu aramak üzere Osmanlı ülkesine gelen baba dostu Roberto’nun etrafında gelişiyor. İkinci yan öykü ise tipik bir soytarı figürü olan Madrigal ve onu yurtdışına kaçırmaya çalışan İspanyol casus Andrea’nın öyküsü. Tüm öyküler Osmanlı ülkesinde, hatta sarayında geçmekle beraber Osmanlı siyasi rejimine ve toplumuna ilişkin göndermeler son derece kısıtlı. Bu durumda yazarın Osmanlı aleyhtarlığı ile suçlanmasına neden olacağı düşünülen ve yönetmenden makaslaması istenen bölümler hangileri olabilir diye düşünmeden edemiyor insan.
Tahiminime göre eseri DT’nin “kara liste”sine alan dramaturg iki ayrıntıdan rahatsızlık duymuş olmalı: Hünkar’ın kendisini sevmeyen bir kadını zorla kendisine mal etmeye dönük despotik tavrı ve özellikle Madrigal-Kadı sahnelerinde yoğunlaşan ve Doğunun irrasyonel bağnazlığını alaya alan bazı sahneler. Öncelikli olarak yazarın tarihsel gerçeklikle uyumlu biçimde Osmanlı padişahını despotik bir figür olarak çizdiği doğrudur. Osmanlı siyasi sisteminde halife sultan mutlak otoriteyi temsil eden bir figür olarak yansıtılır ve tanrısal bir güce sahip olduğu kabul edilir. Bununla birlikte tarihsel kanıtlar bu idealize edilmiş tasarımın aksine özellikle 17. yüzyılda padişahların siyasi alanda pasifize edildiklerini ve saray adamları karşısında eski güçlerini kaybettiklerini göstermektedir –ki oyunda III. Murat’ın paşalarının kuklası olmuş bir hükümdar olarak çizilmesi bununla uygunluk arzeder. Oyunda bu despotik tasarımı destekleyen en önemli unsur Sultan’ın etrafındaki tüm unsurlarının birer köle olarak çizilmesidir –ki bu da yine dönemin sarayının önemli bir gerçekliğidir. Tüm hayatları Hünkar’ın iki dudağının arasına sıkışmış durumdaki bu köleler ordusu gerçek duygu, düşünce ve inançları ne olursa olsun senaryosu çok önceden yazılmış uzun bir oyunun aktörleri gibidirler. Bu kozmopolit tiyatro gösterisinin bir unsuru olmayı kabul etmeyen tek kişi ileride oyuna adını veren Yüce Sultan’a dönüşecek bir İspanyol cariyedir. Uzunca bir süredir harem ağalarından birisinin himayesi sayesinde padişahın gözünden uzak kalmayı başarabilen Catalina sonunda fark edilir ve korktuğu gibi güzelliği padişahın ilgisini çeker. Padişahın bu güzellik karşısında nutku tutulunca ipleri eline geçiren ve güzelliğini politik bir silaha dönüştüren bu genç kız diğer karakterlerden farklı olarak saray sahnesinde kendisine biçilen rolü oynamayı kabul etmez ve sultanın karısı olmayı kabul etmekle beraber tüm diğer kölelerin yaptığı gibi dininden vazgeçmeyeceğini belirtir. Aşaktan gözü dönen Hünkar bunu kabul ederek Osmanlı sisteminin çok temel bir kuralını, tüm görevleri padişaha veliahtlar doğurmak olan müslümanlaştırılmış cariyeler dışında sarayda kadın bulundurulmaması kuralını çiğnemiş olur. Oyunun sonunda Hünkar’ın eşi olarak Sultan olmaya hak kazanacak olan Catalina, Hristiyanlara hakettikleri saygı ve itibarı gösterecek bir Osmanlı devletinin doğuşunu müjdeliyor gibidir.
Şimdi bu ana eksende Osmanlı’yı “kötü gösteren”in ne olduğunu bulmak zordur. Eğer tiyatro eserinde anlatılan öykü ve karakterlere tarihselleştirerek bakıyorsak geçmişi “iyi” ya da “kötü” görmek/göstermek bize saçma gelir. Üstelik Cervantes’in oyunundaki padişah neredeyse aşkı için devlet kurallarını çiğneyen bir romantik aşık olarak resmedilmektedir -ki aslında bunun tarihsel gerçekliklerle hiç ilgisi yoktur. Gerçekte III. Murat’ın harem hayatına çok düşkün, hatta cariye ve odalık konusunda rekortmen ilan edilmiş bir padişah olduğu ileri sürülmektedir. Oysa dönemin sanatsal eğilimleri düşünüldüğünde Hünkar’ın kendisine veliaht doğurması için diğer saray kadınlarıyla da birlikte olması empoze edilmesine rağmen Catalina’yı seçmesi, üstelik onun Hristiyan olarak kalmasına izin vermesi ancak olumlanacak jestler olarak görülebilir. Eğer Cervantes’in amacı dramaturgun iddia ettiği gibi Osmanlı despotizimini eleştirmek olsaydı Murat’ı tarihçilerin anlattığı haliyle sahneye taşıması yeterli olacaktı. Oysa Cervantes’in oyunda ortaya koyduğu tez, hatırı sayılır miktarda Hristiyan barındıran bir devlet olarak Osmanlı’nın Hristiyanların inançlarını özgür biçimde yaşamalarına izin vermesinin imparatorluğun güneşinin daha parlak ışımasına yol açacağı yolundadır.
Kadı ve Madrigal arasında geçen komik sahnelere gelince... Madrigal tam anlamıyla karşısındakine külahını ters giydiren bir soytarı olarak çizilmiştir. İslami bir otorite olarak Kadı’yı kendi zaaflarından yararlanarak alaya alır. Ona filine on yıl içinde Türkçe öğretebileceğini iddia ederek çarptırıldığı ölüm cezasını on yıl için ertelemiş olur. Burada Cervantes, dönemin herhangi bir Batılı düşünürü gibi muhteşem azameti içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun aslında irrasyonel bir zihniyet tarafından yönetilmesiyle alay ediyor gibidir. Bu yaklaşım kısmen erken dönem oryantalizminin bir uzantısı olarak görülebilecek olsa bile bilimsel açıdan tamamen reddedilebilecek bir tez olmadığı da ortadadır.
Sonuç olarak Yüce Sultan Osmanlı haremini dekor olarak kullanan, bir İspanyol kızın aşkı silah olarak kullanarak Osmanlı padişahını Hristiyanlara karşı daha hoşgörülü olmaya davet edişini anlatan, Rönesans romantizminden esintiler taşıyan ilginç bir eser. Ama Devlet(in) Tiyatrosu oyunları değerlendirirken sanatsal kriterlerden ziyade devletin ideolojik tercihlerini dikkate alan bir tavır benimsediğinden bu oyunun “Osmanlı-Türk düşmanı” ilan edilmesi deanlaşılır olacaktır. İşte bu yüzden sanatın özgürlüğünü savunan insanların Devlet(in) Tiyatrosu’nun, üstelik de şimdiki haliye devam etmesini savunmaları abesle iştigal olacaktır.