Ritüelden Dramaya Tiyatro adlı gazete için kaleme alınmıştır.
Tiyatro’nun Antik Yunan’daki yarışmalardan doğduğu söylenir sıkça. Gerçekten de mükemmeli bulmaya şartlanmış Antik Yunan toplumunun olabildiğince rekabetçi ve yarışmacı bir ruhla yoğrulmuş olduğu doğrudur. Kendi şartları içerisinde kölecilikle demokrasiyi bağdaştıran bir toplumda, özgür yurttaşlar için “en iyi konuşmak”, “en iyi koşmak”, “en iyi savaşmak”, “en iyi şiir düzmek” ve “en iyi oyunu yazmak” prestij sahibi olmanın yolları olarak kabul ediliyordu. Ancak bu ruh, bir yandan üstün bir kültürün yaratılmasına neden olurken diğer yandan da kardeş Yunan halklarını birbirine düşürmüş ve altın çağını yaşayan bir uygarlığın iç savaşlarla yıkılmasına neden olmuştu.
Şu aralar, 2000’lerin Türkiye’sinde farklı bir bağlamda tiyatro ve yarışmanın yan yana gelip gelemeyeceği tartışılıyor. Bir grup akademisyen ve drama eğitmeni Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullara yaptığı bir çağrıya tepki olarak internetten “Yarış(ma!), Yarıştır (ma!)” adlı bir imza kampanyası başlattılar. Kampanya düzenleyicileri olaya uzman bakış açısıyla yaklaşıp bu rekabetçi anlayışın çocukların eğitiminde kullanılmasından duydukları rahatsızlığı dile getiriyor ve bakanlığın adından kaynaklanan “milliliği”nden yola çıkarak yarışmanın sınırlarını çağdaş eğitim standartlarıyla uyuşmayacak biçimde çizmesinin ardında yatan politik niyetleri eleştiriyorlar.
12 Eylül’ün tiyatromuz üzerinde yarattığı tahribatın etkilerinden yeni yeni kurtulduğumuz yıllarda, Terakki Lisesi’nde, liseler arası yarışmaların en eskilerinden birisini düzenleyen Orhan Kurtuldu ile konuşurken kendisine, “Neden yarışma, festival ya da şenlik değil?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bana, okul müdürlerinin tiyatro çalışmalarını –maalesef ki- okulun tanıtımının bir parçası olarak görmekten uzaklaşamadıklarını, her yıl düzenlenen bu yarışmalara kabul edilmek ve derece almak için tiyatroya yatırım yapmaya başladıklarını anlatmıştı. Bu o dönem için belirli anlamda geçerliliği olan bir savunuydu. Sabancı Anadolu, Beşiktaş Anadolu gibi liselerde bu yarışmaya katılıp derece alacak olmanın yöneticiler açısından yapılan etkinliği ne denli önemli hale getirdiğini kendim de gözlemleme olanağı bulmuştum.
Ama ne yazık ki aynı yarışmalarda verilen ödüllerin, düzenleyicilerin aksi yöndeki tüm çabalarına rağmen çok tasvip edilemeyecek biçimlerde algılandığına da üzülerek şahitlik ettik. Davranışları medya bombardımanı altında şekillenen pek çok öğrencinin aldıkları ödüllerden sonra ya da seyircilerin kendi okulları ödül alamayınca sergiledikleri davranışlar en hafif tabirle utanç vericiydi. Zaten ilerleyen yıllarla birlikte bu yarışmaların sayısı o kadar arttı ve nitelik beklentisi o kadar düştü ki Orhan Bey’in savunusu da zamanla gücünü kaybetmiş oldu.
Geçtiğimiz yıllarda bu duruma tepki olarak İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’nde “Çocuklar ve Gençlerle Tiyatro” başlığı altında düzenlenen etkinlikler bu konuda ciddi bir alternatif olmayı denedi. Bu organizasyon, sadece yarışma mefhumunu eleştirel biçimde dışlamasıyla değil, çocukları ve gençleri tiyatro organizasyonunun bir parçasına dönüştürmesiyle de farklı bir örnek olmayı başarmıştı. Benzer şekilde Saint Joseph Lisesi Tiyatro Eğitmeni Tarık Şerbetçioğlu, “Yarışma değil, buluşma!” sloganıyla çalıştığı okulun olanaklarını özellikle de salon olanakları zayıf olan devlet okullarıyla paylaşmaya başladı. Orada da gençler arasında rekabetçi değil, dayanışmacı bir kültürün şekillenmeye başladığını görmek keyif vericiydi.
Tüm bu örnekler gösteriyor ki geçmişte pozitif işlevler görse de çocuk ve gençlik tiyatrolarında faaliyet gösteren danışman ya da eğitmenlerin günümüzde var olan yarışma anlayışını sorgulamalarının zamanı gelmiş durumda. Umarız bu kampanya bu konuda güçlü bir başlangıca vesile olur.